30 Haziran 2010 Çarşamba

Lilium




Os iusti meditabitur sapientiam,
Adilin ağzı bilgeliğini göstermeli
Et lingua eius loquetur indicium.
Ve dili hakkaniyeti söylemeli
Beatus vir qui suffert tentationem,
Kutsanmış olan, cezbedici günahlara kanmayan insandır
Quoniqm cum probates fuerit accipient coronam vitae.
Tek bir kez denemek için bile olsa yaşamın tacını alacaktır
Kyrie, ignis divine, eleison.
Oh Tanrım, kutsal ateş, merhametli ol

Oh quam sancta
Oh ne kadar kutsal
Quam serena
Ne kadar huzurlu
Quam benigna
Ne kadar yardımsever
Quam amoena
Ne kadar sevimli
O castitatis lilium
Oh, Saflığın zambağı.

Elfen Lied isimli, pek de kaliteli olmayan bir animasyonun, bana göre inanılmaz kaliteli olan şarkısı Lilium’dan bahsedecğim size. Bu animasyonun giriş kısmında Klimt’in Öpücük tablosuna benzer çeşitli görüntüler eşliğinde bu şarkı çalar. İlginç bir nokta şarkının Güney Koreli bir ekip tarafından icra edilmesidir. Sözler de bu ekip tarafından yazılmıştır. Şarkının sözleri cezp edici günahlara kanmayan insanların sonunda mükafatlandırılacağından bahseder ve bunun saflığın zambağı kadar kırılgan ve zor ulaşılır olduğunu söyler, ama buna deyeceğini çünkü ona ulaşmanın kutsallık, huzur, yardımseverlik ve sevimliliği de getireceğini anlatır.

Bana dinlerken düşündürdükleri de başka…Bu şarkı beni başka yerlere götürüyor. Latince konuşulan mistik bir yere, gizemli bir ormana… Sakin ama hüzünlü. En baştaki gonglarla başlıyor şarkı. Sonra melek sesli bir kadın şarkı söylemeye başlıyor, içimiz hüzün doluyor. Yine ilahi bir havada erkekler başlıyor şarkıya, çok değerli ve güzel bir şeyin ziyan oluşu, kaybedilişinden bahsediyorlar sanki. Bütün iyilik ve güzelliklerin yitip gidişi, bir savaşla kayboluşu, insanlığın iflah olmazlığı. Sonlara doğru sözsüz mırıldanış, kadının katılışıyla birlikte geceden sonra doğan güneş gibi hala bir umut olduğunu müjdeliyor sanki. Ne kadar hassas ve kırılgan olsa da saflığın zambağı yine de varlığını sürdürüyor…

Yedi Yıldız Mücevheri


Patricia Highsmith, Yetenekli Bay Ripley'den sonra Carol'la beni hayal kırıklığına uğrattı. Hızlı okuma teknikleriyle ikinci gününde kitabı bitirdim. Kitabın ikinci yarısı özellikle yine kovalamaca kısımları nedeniyle sıkıcıydı. Zaten diğer kısımları da ilgimi çekmedi, kısacası hayal kırıklığına uğradım. Kitabın diğer adı olan Tuzun Bedeli ismi ve kitap arasında da bir bağlantı kuramadım. Kitabın sonunda, yazar kendisi de Therese gibi, bir noel arifesinde büyük bir mağazanın oyuncak bölümünde çalışırken çok şık ve güzel bir kadın görüp ondan etkilendiğini, bu romanı yazarken o olaydan esinlendiğini belirtmiş. Bugün de Bram Stoker'ın Yedi Yıldız Mücevheri'ne başladım. Kitabın ilk sayfasında yazarla ilgili bilgi verilmiş, Bram Stoker 1847-1912 yılları arasında yaşamış, hayatının ilk döneminde -herhalde çocukluğunda- engelli bir insanken daha sonra okulun en başarılı atletlerinden biri olmuş, bu beni gerçekten etkiledi. Benzer bir durum William Faulkner için de vardı sanırım, ama galiba o orduya yazılmak istemiş de almamşlar. Bram Stoker için "Viktorya döneminde tam bir İngiliz centilmeni olarak yaşadığı için atılgan ve serüvenci kişiliğinin dönemin katı kurallarınca sadece kitaplarına yansıtılabildiği"nden bahsedilmiş. Tam bir İngiliz centilmeni olduğu Drakula romanındaki nezaket ve zerafetten anlaşılıyordu zaten. Bu romanı da Sherlock Holmes tarzında başladı, sanırım bir mumya hikayesinden bahsedilecek.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Bugün kütüphaneden iki yeni kitap aldım; Patricia Highsmith'den Carol (Tuzun Bedeli) ve Bram Stoker'dan Yediyıldız Mücevheri, ikisini de merak ediyorum. Yazar Carol'ı içindeki eşcinsel aşk nedeniyle farklı bir isimle yayınlatmış ilk çıktığında. 30. sayfa civarındayım, Theresa çok sıkı disipline sahip büyük bir mağazada tezgahtarlık yapıyor, giriş kısmı bana George Orwel'in 1984 romanını anımsattı...

24 Haziran 2010 Perşembe

Aşk-ı Memnu Finali


Halit Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu'sunu okuduğumda beğenmiştim ama daha sonra romanın dizi filme uyarlandığını duyduğumda izleyeceğimi ve hatta dizinin tutacağını hiç tahmin etmezdim. Roman kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı, herkezin bir "aşk-ı memnu" yaşadığı veya hisettiği adeta karikatürize bir hikayeydi. Bu özelliklerin dizi de daha da göze batacağını düşünmüştüm. Ama yine de bir süre sonra ben de izlemeye başladım diziyi. Gerçekten sürükleyiciydi. Bir de üstüne Ziyagil Köşkünün göz kamaştırıcılığı, güzelim boğaz manzaraları, çekici giysiler, takılar, dekorasyon vb. eklenince benim için kısa sürede vazgeçilmez oldu. Ve bugün sona geldik. Son haftalarda sürekli izlediğimiz genç Bihter'in acıları:) Bu son bölümde özellikle iç acıtıcıydı; onun hastalıklı tutkusu, yaşadığı karşılıksız aşk değil bir insan olarak içinde yaşadığı acıydı beni etkileyen. Sonunda intihar edecek kadar hastaydı. Herkesin hayatını alt üst etti olanlar. Cenaze töreni ne olursa olsun ölümün herşeyi ne kadar önemsizleştirdiğini anlatıyordu.Beşir de hayata gözlerini yummuştu. Sadece kendini düşündüğünü sandığımız Firdevs Hanım bile kızının ölümüyle yıkılmıştı. Bu ölüm Behlül'ün de kendisiyle bir iç hesaplaşmasına sebep oldu. Ama artık yapılabilecek bir şey yoktu. Nihal ve Adnan Bey yıkılmışlardı şüphesiz ama hayat devam ettiği sürece her zaman yeni bir umut vardı, Adnan Bey bunu "şu ağaç kadar şanslıyım, canlıyım bir kere, her geçen gün yeni bir umutla yeşeriyorum," diyerek ifade etti. Köşkü boşaltmışlar, eskiyi bir daha hatırlamamak, iyileşmek üzere yeni bir eve taşnıyorlardı şimdi. Bu sahnede çalan müzik hüzünlüydü ama umutsuz değil. Son sahnede, ne olursa olsun hep onlarla olan Matmazel De Crouton yine onlarlaydı, yeni bir hayata başlamak üzere hep birlikte yeni evlerine doğru yola çıktılar... Yarın içimde bir hüzün olacak...
Akıl ve Tutku'da hızlı okuma teknikleriyle bayağı bir ilerledim:) Kitaptaki olaylar ya abartılı ya da sıradan geldi bana. Ara ara okuduğum Yazarın Odası'nda şu an, "Yüzyıllık Yalnızlık" kitabının yazarı Gabriel Garcia Marquez'in kısmınıdayım, röportajın yapıldığı sıra Bram Stoker'ın Drakula'sını okuyormuş, yorumu; "harika bir kitap ama eskiden zaman kaybı diye okumazdım," demiş, ilginç:)

23 Haziran 2010 Çarşamba

Madama Butterfly


David Cronenberg'in Dead Ringers'ten sonra bir başka Jeremy Irons filmi Madama Butterfly. Bu aslında Puccini'nin operasının adı. Film oldukça ilginçti.1964 yılında Çin'de Fransız bir diplomat olan Jeremy Irons, Çinli bir opera sanatçısına ait olur. Miss Song tam bir geyşadır, güzel şarkı söyler, güzel yazı yazar, güzel çay servisi yapar, uysaldır ve René'yi kendine aşık eder. Ama Song erkektir, bunu gizlemekte çok usta olduğundan René asla ferketmez bu gerçeği, hatta Song René'nin çocuğunu doğurduğuna bile ikna eder onu. Halbuki Song bir Çin casusudur. Fransızlar Song'u yakalar, René'yle ilişkisini ortaya çıkarırlar ve ikisi de yargılanır. Song mahkemeye erkek kılığıyla gelir ve aşağılayıcı bir sorgulamaya maruz kalır. Mahkeme bitiminde ikisi de aynı arabaya bindirilir, René cezaevine Song'sa Çin'e gönderilmek üzere havaalanına götürülmektedir. Song René'nin hala kendisini sevdiğini iddia etmekte, bunu ona göstermeye çalışır. René hala "Miss Song"u sever aslında ama yaşadığı sahtekarlığı asla sinidiremez. Sonunda René cezaevinin Madama Butterfly'ı olur ve bir gösterisi sırasında kendini öldürür...

21 Haziran 2010 Pazartesi

Akıl ve Tutku, 200. sayfadayım, yani yarısındayım, konu biraz renklendi ama dili beni pek sarmadı dediğim gibi. Yeni kitaplara başlamak istiyorum. Bu arada ara ara Yazar Odası'nı okuyorum, her gün 3-5 sayfa. Hemingway ve Oscar Wilde romanlarını ayakta yazıyorlarmış...

18 Haziran 2010 Cuma


Akıl ve Tutku'da 115. sayfadayım. Açıkçası şimdilik beni pek sarmadı, Miss. Smith, Mrs.Dashwood vs.. gibi sürekli isimlerin tekrarı, sürekli konuşmalar, üstelik bazı yerlerde kişiler isimleri bazı yerlerdeyse soyadları ile belirtiliyor, bu da biraz karışıklık yaratabiliyor. Bilmiyorum, kitap 400 sayfa belki ilerde açılır. Ama Jane Austen'in Mansfield Park'ı bundan daha çok hoşuma gitmişti sanki. En beğendiğim kitabı ise tabi ki Gurur ve Önyargı. Darcy'nin tavırları hem biraz Uğultulu Tepeler'deki Heatcliff'e hem de Judith McNaught'un romanlarndaki erkeklere benziyordu. Bu arada Jane Austen romanlarının ilüstrasyonlarının olduğu bir sayfa buldum, çok hoş; www.pemberley.com/janeinfo/jabrokil.html
Yukarıdaki resimde Mansfield Park'tan Edmund ve Fanny'i görüyoruz. Bu arada Jane Austen'den Northanger Abby'i de almıştım ama onu daha sonra okuyacağım.

15 Haziran 2010 Salı

Eski Hastalık'ı bitirdim, sonu beni oldukça şaşırttı. Gidişat hiç öyle göstermese de son ana kadar Züleyha ve Yusuf'un yeniden birleşeceğini sanıyordum oysa son anda Züleyha bazı itiraflarda bulunsa da sonunda ikisi de kendi yoluna gitti. Kitabın konusu; iki kişi arasında fiziksel çekim olsa da eğer anlaşamıyorlarsa, farklı dünyaların insanlarıysalar bu iş olmaz, gibi birşey:) Akıl ve Tutku'ya başladım, 16. sayfadayım sanırım. Gece hiç uyuyamadım, ben de kalkıp Film Kulübü'nü okudum biraz, o da hoşuma gidiyor. Anlatılan kişinin gerçek olması da ayrıca hoş, yazar oğlunun hayatından oldukça bahsetmiş, hatta oğlunu facebook'ta buldum:)) Filmler konusunda da oldukça yol gösterici, bununla birlikte roman şeklindeki tarzıyla da sonunu merak ettiriyor:) Bu arada Rebeka dün elime geçti, kitap 1941 basımı, önsözü oldukça komiğime gitti, "romanın bazı kısmlarını özetlemişler":))

14 Haziran 2010 Pazartesi

,
Haftasonu bir kaç film seyrettim; biri Lars Von Trier'in Anti-Christ (Deccal)'i.. Berbat bir filmdi, Willem Dafoe oynuyordu, onu severim ama filme dayanamadım, ne korku filmi ne psikolojik.. Haftasonu gazetede okuduğum filmin kritiğinde ise pek beğenilmese de yine de Lars Von Trier'in başyapıtı olarak kabul edilmiş film. Aynı yazıda filmin kadınları aşağıladığı için protesto edildiğinden bahsediliyordu ki bu kısmı da hiç anlamadım! Herneyse, gelelim diğer izlediğim filmlere. The Brood'dan sonra sıra diğer Cronenberg filmlerine gelmişti. Anti-Christ'ten sonra Videodrome'u seyrettim, biraz enteresandı ama yine de pek beğenmedim. Ertesi gün (yani dün) de yüksek puanlı diğer bir Cronenberg filmi olan Dead Ringers'ı seyrettim. O da ilginçti, imdb'den okuduğuma göre film 20 ödül kazanmış ama o derece beğenmedim. Bu arada ikizlerin ikisini birden canlandıran Jeremy Irons çok iyiydi. Nedense hep bu tür rollerde oynuyor. Cronenberg'in izlemeyi düşündüğüm diğer bir filmi olan Madam Butterfly'da da kendisi oynuyor. Bu arada Eski Hastalık'ta oldukça ilerledim, değişik. Yine de okuduğum Reşat Nuri Güntekin eserleri arasında Çalıkuşu ve Dudaktan Kalbe'yi daha çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bir eski İstanbul resmini görüyoruz, adresi http://www.mimarizm.com/V_Images/2009/Kentin_Tozu/beyoglu/beyoglu1up.jpg

12 Haziran 2010 Cumartesi

Eveet blogumun tasarımını içeriğine uygun olarak değiştirdim..:) Eskisi de güzeldi gerçi ama dediğim gibi bu tasarım içeriğe daha uygun.. Reşat Nuri Güntekin'in Eski Hastalık isimli kitabını yarıladım, daha yeni konuya girebildik.. Şimdiye kadar okuduğum REşat Nuri Güntekin eserleri Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Yaprak Dökümü, Kavak Yelleri ve Akşam Güneşi,daha sonra Ateş Gecesi'ni de okumayı düşünüyorum. Bu arada dün yine kütüphaneye gittim Virginia Woolf'un Mrs. Dollaway'ini aldım, Saatler filminde bu kitaptan bahsediliyordu. Sonra bir de Jane Austine'in "Akıl ve Tutku" (Orijinal ismi "Sense and Sensebility" olmakla birlikte farklı yayınevlerince farklı isimlerde çevrilmiş)isimli kitaplarını aldım. Bu arada Film Kulübü'ne de bakıyorum ara ara, zaten oldukça kolay okunuyor, hoş ve aynı zamanda bana filmler hakkında da fikir veriyor, beğendim:)

10 Haziran 2010 Perşembe

The Brood


Dün David Cronenberg'in 1979 yapımı olan The Brood filmini seyrettim, konusu oldukça ilginçti, belki biraz daha iyi işlenebilirdi. Burada ünlü bir psikiyatrist olan Dr.Ragdall Psikoplazmik denilen yeni bir yöntemi kullanıyor, bu yöntemle hastaların duyguları o kadar şiddetli şekilde yaşatılıyor ki sonuçta hastanın duyguları canlı varlıklar doğuruyor, bu hem gerçek (farklı kitaplarda buna benzer şeyler okumuştum) hem de oldukça ilginç bir konu. Filmde hasta bir anne var, bu annenin düşünceleri çocuk görünümünde deforme cüceler ortaya çıkarıyor, işte bu kısımda belki daha iyi bir şeyler yapılabilirdi. Cronenberg'in diğer filmleri de sırada, mesela Dead Ringers 20 tane ödül almış, Jeremy Irons oynuyor, onu merak ediyorum. Bu arada Reşat Nuri Güntekin'in "Eski Hastalık" romanına başladım.

9 Haziran 2010 Çarşamba


Gece Sesleri bitmek üzere. Ayşe Kulin aile hikayeleri anlatmada çok başarılı bence, o sıcak havayı çok güzel vermiş, kitap da oldukça sürükleyici. Daha sonra Veda'yı da okumak istiyorum, ayın 26'sında dönüyormuş kitap kütüphaneye (bu kelime kitaphane olmalıymış şimdi fark ediyorum:)) Bugün Film Kulübü diye bir kitap aldım, onu da merak ediyorum. Bir baba, oğluyla iletişim kurabilmek için oğlunun tek ilgi duyduğu konu olan filmlerden yararlanmayı düşünür, kitabın alt başlığı "okul yok, iş yok, sorumluluk yok, sadece haftada üç film izlenecek", çok hoş..:) Resmin adresi; http://fireflyforest.net/firefly/2007/01/24/snowy-night-in-tucson-january-21-2007/

7 Haziran 2010 Pazartesi


Dün akşam Ripley Under Ground'u seyrettim, iyi değildi, zaten kitapla çok az ilgisi vardı, özellikle Talented Mr.Ripley'den sonra hiç iyi değildi, Matt Damon'un yerine Ripley tanımam:) Ripley's Game'de John Malkovic canlandırıyor Ripley'i ama onun da Matt Damon'un yerini tutacağını sanmıyorum. Bu arada bugün geldi Ripley'in Oyunu kargodan. Bugün Ayşe Kulin'in "Gece Sesleri"ni ve REşat Nuri Güntekin'den "Eski Hastalık"ı aldım kütüphaneden. Aslında Rebecca'yı alacaktım ama kötü durumdaymış kitap o yüzden alamadım. Neyse bugün başladım Gece Sesleri'ne, Ayşe Kulin'i seviyorum, bu da güzel bir kitaba benziyor.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Ripley Karanlıkta'yı dün bitirdim. Serinin bir sonraki kitabı Ripley'in Oyunu, kütüphanede yok, ben de internetten bulup sipariş ettim. Dördüncü kitap olan Ripley'in Takipçisi'ni ise ne kütüphanede ne de internette bulabildim. Son kitap Suyun altında: Bir Ripley kitabı kütüphanede var. Bu arada Ripley Karanlkta ve Ripley'in Oyunu'nun filmlerini indiriyorum internetten. Gelelim kitaba; son 100 sayfada Tom, Bernard'ı arıyor, bunun için Salzburg'a gidiyor, bu arada ressam Derwatt'ın ortadan kaybolmasını garipseyen polisler için de bir hikaye uydurmaya çalışıyor. Bir de Murchison'un karısını idare etmek zorunda kalıyor. Beranrd intihar edince onun cesedini yakarak Derwatt'a ait olduğunu iddia ediyor, Bernard'ın da ortadan kayboluşunu -kendisinin günlüklerinde yazdıklarının da yardımıyla- nehire atlayıp intihar etmiş olabileceğine bağlıyor, hikaye polis tarafından da kabul görüyor ve Ripley -kitabın sonunda kendisi hala tedirgin de olsa- bu olaydan da sıyırmış oluyor. Son 100 sayfadaki Bernard takibi pek merak uyandırıcı olmasa da güzel bir kitaptı...

3 Haziran 2010 Perşembe


182'deyim, kitap çok sürükleyici. İlk başta ilk kitabın daha iyi olduğunu düşünmüştüm ama şimdi belki ondan bile güzel. Kitabın dili çok güzel, yazarın mizah anlayışı çok hoş, normalde konu insana soğuk bile gelebilir ama dili, insan doğasını kabullenişi ve tabii Ripley'in keyifli hayatını anlatımı kitabı çok sıcak yapıyor. Kesinlikle serinin diğer kitaplarını da okumak istiyorum. Tom Ripley özellikle ilk kitapta antipatik bir karakterdi daha çok, şimdiyse işlediği o kadar cinayete rağmen sempatik:) Karısını seviyor, anlayışlı, düşünceli, hassas, güzellikleri görebiliyor, misafir perver, kibar, sürekli yeni şeyler öğrenmek istiyor, entellektüel, zevk sahibi... Tek sorun, soğuk kanlı bir şekilde cinayet işleyebilmesi. En son Derwatt tablolarının sahte olduğunu iddia eden Murchison'u evine davet etti, onu oldukça güzel bir şekilde evinde ağırladıktan sonra, hala tabloların sahte olmadığına ikna edemediği ve son anda bütün olayları açıkladığı için öldürmek zorunda kaldı. Hemen ardından Dickie Greenleaf'in kuzeni Chris de misafirliğe geldi, kendisi oldukça eğlenceli bir tip. Aynı anda sahte tabloların ressamı Bernard'da geldi, Tom ona bütün olayları anlattı ama Bernard müthiş bir suçluluk duyuyor ve olayları itiraf etmek istiyordu. Ama Tom onu ikna etti ve Fransız polisi soru sormak için geldiğinde son derece başarılı bir şekilde yalan söyledi. Bu arada Bernard'ın hassasiyeti güzel bir mizah unsuru olarak kullanılmış. Bernard da gittikten sonra Heloise (Tom'un karısı) Yunanistan tatilinden döndü, bir aydır ayrıydılar. Bu arada Heloise ve Tom'un ilişkisinden bahsedilmiş. Ama ben hala anlayamadım çünkü ilk kitapta Tom aseksüeldi neredeyse, şimdiyse karısıyla arasında normal bir ilişki var. Gerçi Tom onu daha çok ortağı olarak görüyor, yani arkadaşı gibi, burada onu seviyor, özlüyor ama aynı zamanda zihnini ona tamamen açmaktan, ona bağlanmaktan da korkuyor.Ancak "Karısının yerinde bir erkek, bir delikanlı bulunsaydı Tom daha çok gülerdi belki," sözleri onun eşcinsel eğilimlerini mi vurguluyor, bunu da tam anlamadım. Kısacası Tom hayatından son derece memnun, kitap okuyor, resim yapyor, bahçe işleriyle ilgileniyor, Fransızca çalışıyor, yapmak istediği her şeye istediği kadar vakit ayırıyor. Yardımcıları Madam Anette onlara güzel yemekler yapıyor, öğrenğin Murchison'la evde yedikleri tereyağlı dilbalığı ve eşliğinde içtikleri beyaz şaraplı yemek öyle güzel tasvir edilmişti ki, "koşullar farklı olsaydı, insana keyif hatta mutluluk verecek, aşıklarda -belki kahveden sonra- yatıp sevişmek ve biraz uyumak isteği yaratacak bir öğle yemeği sayılırdı bu". Üstüne tatlı olarak limonlu sufle yediler, tabii bu Murchison'un son yemeğiydi. Tom konuklarını her zaman son derece iyi bir şekilde ağırlıyor, özellikle akşam yemeklerinden sonra mutlaka konyak eşliğinde kahve içiliyor, çok hoş:)Bu arada resim http://en.fotolia.com/id/12355650 adresinden alındı, yine biraz fotoşopladım..:)

1 Haziran 2010 Salı

Ripley Karanlıkta


Serinin ikinci kitabına başlamış bulunuyorum. Bu kitabın da filmi varmış. Dickie'den kalan para, artık lüks yaşama alışmış olan Tom'un bu yaşamı devam ettirmesine yetmiyordu. Bunun için zengin bir Fransız kızı olan Heloise ile evlendi -ki bu noktada "şimdilik" hayal kırıklığına uğradım ama kitabın ilerleyen kısımlarında konuyla ilgili bir açıklama olacağını umuyorum-. Şuan 65. sayfadayım. Londra'daki bir sanat galerisiyle birlikte bir iş yapıyor. Derwatt isminde bir sanatçının belirsiz ölümünden sonra, sanki hala ölmemiş gibi sanatçı adına başka bir ressama resim yaptırıyorlar ve bu yolla büyük paralar kazanıyorlar. Zaman içinde bu resimleri yapan ressam yaptıklarından rahatsız oluyor, aynı süre zarfında aldığı tablonun sahte olduğunu inanan bir sanatseverin de ortaya çıkması işleri biraz karıştırıyor. Bu noktada da Tom'un taklit ve ikna kabiliyeti devreye giriyor... Yine güzel bir roman. Bu arada üstteki resmin ad "Red Chairs", Derwatt'ın da aynı isimde bir tablosu var (tabii hayali), http://lostcoastdailypainters.blogspot.com/2009/11/red-chairs-san-pancho-by-linda-mitchell.html
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...