29 Aralık 2010 Çarşamba

Manzaradan Parçalar


Orhan Pamuk'un "Manzaradan Parçalar" kitabını okumaktayım. Kitap bir kaç kısımdan oluşuyor; hayat (yazarın hayatıyla ilgili bazı ayrıntılar ve düşünceler),İstanbul (yazarın çok sevdiği bu şehirle ilgili bazı yazıları), kitaplar ve edebiyat (özellikle ilgimi çeken bu bölümde yazarı etkileyen diğer yazarlar ve önemli kitaplardan bahsedilmiş); diğer başlıklar olan "benim kitaplarım", "sanat" ve "siyaset ve diğer vatandaşlık dertleri" bölümlerini henüz okumadım. 280. sayfaya geldiğim bu kitapta okurken sıkıldığım bir paragraf bile olmadı. Gerek romanlarında gerekse bazı gençlik hatıralarını anlatan İstanbul- Hatıralar ve Şehir kitabında kendisinden ve hayatından bahsetmiş olsa da yazılarıyla ben de hep merak uyandırır hep esrarengiz kalmayı başarır Orhan Pamuk. Bu nedenle yine kendisiyle ilgili yazdığı bu kitabı çok beğenerek okumaktayım. Yazım tarzı da sohbet eder gibi zaten. (Burada bir şeyden daha bahsetmek istiyorum aslında; ben kendisini bu kadar iyi tanırken kendisiyle karşılaşsam hissedeceğim yakınlığı onun hissetmeyeceğini bilmek de doğrusu üzücü:) Kitaba dönersek, bir yazar olarak en çok hangi yazar ve kitaplardan ne şekilde etkilendiğini, bazı kitaplar hakkındaki görüşlerini okumak çok keyifli benim için. Kitabın özellikle muzip bir çocuk edasıyla yazılmış şu paragrafı çok hoşuma gitti;

"Gençliğimde 'memleketim yazarıdır' diye kitaplarını edindiğim, biriktirdiğim , hatta okuduğum orta yaşın üzerinde pek çok yazar , son yıllarda enerjilerinin bir kısmını, benim yazdığım kitapların ne kadar kötü olduğunu kanıtlamaya verdiler. Beni bu kadar önemsemelerine ilk başlarda sevinirdim. Şimdiyse kütüphanemi boşaltmak için depremden çok daha sevimli bir gerekçe bulduğum için memnunum. Böylece kütüphanemin Türk Edebiyatı raflarında, elli yaş ile yetmiş yaş arasında, doğuştan hayatı kaymış, yarı başarılı, yarı şaşkın, vasat, erkek ve kel yazarlarının kitapları hızla eksiliyor."

Bu kitapla ilgili tekrar yazacağımı sanıyorum.
Herkese mutlu yıllar, umarım 2011 hepimize şans getirir:)

15 Aralık 2010 Çarşamba

Rebeka


Daphe Du Maurier'in kitabı Rebeka'yı bitirdim, kitabı ilk aldığımda da aslında biraz bahsetmiştim. Oldukça eski bir kitaptı ve şu an parça parça olduğunu söyleyebilirim. Daha önce orta okulda ingilizce dersinde biraz özetini okumuştum ve neredeyse birebir bir uyarlama olan Alfred Hitchock'un yönetmiş olduğu filmini seyretmiştim. Kitabı okuduktan sonra filminin de ilk yarısını tekrar setrettim. Kitapla ilgili ilginç noktalardan biri, bize hikayeyi anlatan kişi olan Maxim de Winter'in ikinci eşinin adını hiç öğrenmiyoruz, anlatıcı o olsa da kitap aslında Maxim'in ilk eşi olan Rebeka'nın hikayesi. Maxim Monte Carlo'ya yaptığı bir gezi sırasında Mrs Van Hopper adında sosteyeden tanıdığı (daha doğrusu kendisini tanıyan) yaşlıca bir bayanla karşılaşıyor, ikisi de aynı otelde kalmakta. Maxim Mrs Van Hopper'ın genç refakatçisinden hoşlanıyor ve ona sürpriz bir evlenme teklifi yapıyor. Evlendikten hemen sonra birlikte meşhur Mandereley malikanesine gidiyorlar. Maxim'in ilk eşi Rebeka altı ay önce bir deniz kazasında hayatını kaybetmiş ancak çok sevilen birisiymiş, güzelliği, zekası her şeyiyle insanları kendine hayran bırakmış. Maxim'in zaten çekingen bir insan olan yeni eşi bir de çevresindekilerin Rebeka hayranlığı nedeniyle oldukça sıkıntılı zamanlar geçiriyor. Ancak Maxim ona Rebeka'ya özenmemesini, kendisini ondan farklı, çocuksu ve saf olduğu için beğendiğini belirtiyor. Evlenmelerinden dört ay sonra, Rebeka'nın kullandığı kotranın battığı yerde bir gemi daha batıyor, bunu araştırmak için yapılan dalışlarda kotraya da ulaşılıyor ve hem kotra hem içindeki cesede ulaşılıyor, incelenmesi sonucu daha önce kayalara çarpıp battığı düşünülen kotraya bilinçli olarak zarar verilip batırıldığı öğreniliyor. Ve cinayet mi, intihar mı? sorusu gündeme geliyor. Okuyucu bunun cevabını bildiği halde bunun ne şekilde ortaya çıkacağı ve nasıl sonuçlanacağı konusunda meraklanarak romanın sonunu getiriyor. Daha önce "Kuzenim Rachel" kitabını okumuş olduğum yazar bu daha kısa olan romanında da güzel bir gerilim yaşatıyor bize, klasik anlamda bir gerilim çok fazla olmasa da benim "gotik" olarak tanımlayabileceğim bir tür, daha doğrusu bu izlenimi daha çok filmde hissettim diyebilirim, yani o karanlık havası, özellikle evin kahyası Mrs. Danvers bu havayı hem romanda hem kitapta güzelce veriyor. Anlatıcının o güvensiz, tedirgin havası yine aynı şekilde bize güzelce yansıtılıyor. Kitabın sonu da bence güzeldi, gizem aydınlandıktan tehlike ortadan kalktıktan ssonra hem Maxim'in hem de eşinin Rebeka'dan dolayı yaşadıkları tedirginliğin hala devam ettiğini görüyoruz. Bu da bence romanın etkileyiciliğini arttırıyor. Romanla ilgili bir diğer şey de yine İngilizlerin alışkanlıklarına ve kurallara ne kadar bağlı olduğuyla ilgili, örneğin ne olursa olsun kıyamet de kopsa saat beşte beş çayı içmeleri, mesela önemli bir şeyi araştırmak için bir yere gidiyorlar ve kapıyı çalmak üzere iken saatin 5 olduğunu fark ederek "tüh tam da beşte geldik, rahatsız etmesek mi?" tarzında bir şey söylüyorlar. Aynı şekilde malikanede ölüm kalım meseleleri gündemdeyken mutlaka beş çaylarını içip yanında kızarmış tereyağlı ekmeklerini yemekten vazgeçmiyorlar. Filmle ilgili olarak en sevdiğim kısım filmin başında Maxim'in ikinci eşi olan anlatıcının "Dün gece rüyamda yine Manderley'deydim" deyişi. Maxim rolü için daha uygun biri bulunabilirdi bence.
Bu arada bugün Orhan Pamuk'un Manzaradan Parçalar kitabına başladım bu arada, daha birkaç sayfa okudum ama gerçekten etkileyici...

2 Aralık 2010 Perşembe

Bana ilham veren bazı şeyler...


Bana ilham veren bazı şeyler işte şunlar;
1.coraline
2.pinterest
3.geninne zlatkis
4. rookie painters
5. hayao miyazaki, howl’un yürüyen şatosu ve benzeri animasyonları
6. mystery case files oyunları (özellikle "Dire Groove")
7. morning glory ürünleri
8. Harry Potter serisi
9. Gretchen Rubin’in mutluluk projesi
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...