26 Aralık 2012 Çarşamba

Frankenstein - Mary Shelley

Hepimizin adını mutlaka duymuş hatta hakkında bir sürü film izlemiş olduğu, pek çok kitaba ve yazara da ilham vermiş olan bir kitaptır Frankenstein. Hikaye hepimiz için çok bildik olduğundan şu zamana kadar kitabı okumak için bir istek duymamıştım. Bir kaç ay önce, takip ettiğim Okuyan Kedi blogunda Mary Shelley ve Frankenstein hakkında kapsamlı bir yazı vardı, hatta kitabı okumaya da bu yazıdan sonra karar vermiştim, okumak için tıklayınız. Hem Mary Shelley'in hayatı hem de kitabın özellikleri çok ilginç geldiğinden okumak istedim.

Mary Shelley kitabı 1818 yılında yazmış, kitabı yazmaya başladığında 19 yaşındaymış, gerçekten çok etkileyici. Üstelik bu roman ilk bilimkurgu roman sayılıyor. Bana göre bu kitaba bilim kurgu demek çok zor, çünkü yaratığın ortaya çıkışıyla ilgili neredeyse hiç ayrıntı verilmemiş, bu nokta üzerinde durulmamış, yine de sanıyorum zamanının gerçekçiliğiyle karşılaştırıldığında bu sınıflandırmayı hak etmiştir.

Öncelikle kitapla ilgili beklentim oldukça yüksekti, bildiğimiz manada duygu yoğunlukları içeren bir korku/gerilim romanı okumayı umuyordum. Öncelikle kitap, hikayeyle şahsen ilgisi bulunmayan bir kaptanın kardeşine mektuplarıyla başlıyor, Walton kuzey kutbuna doğru yol alırken Victor Frankenstein'i buzların arasından kurtarır, daha sonra arkadaşlıkları ilerler ve Victor Frankenstein, Walton'a hikayesini anlatır. Hikaye Frankenstein'in babasından başlar ve ailesini detaylı olarak anlatır. Bu bölümlerde oldukça sıkıldığımı itiraf edeyim. Sonra canavarın yaratılış süreci gelir, bu kısımda ise beklediğim duygu yoğunluğundan eser yoktu, Victor'un bunu neden yaptığı, yaratık meydana geldiğindeki hisleri, yaratığın pek fazla tasvirine bile yer verilmemişti. Daha sonra canavar ortadan kaybolur ve Viktor'un evinde işlenen bir cinayete odaklanırız. Bu noktada Viktor bu cinayetten canavarı sorumlu tutarak onun peşine düşer ve onu bir ailenin yanına sığınmış bulur. Doğrusu korku öğelerinden de pek bir şey bulamadım, canavar konuşmayı, okuma yazmayı öğrenmiş, mutlu mesut yaşıyordu:))

Fazla uzatmayayım, Viktor'un macerası canavarla ödeşmeye dayanıyor, yani kitabı bir korku/gerilim hikayesiyle karşılaşma beklentisi içinde okursanız hayal kırıklığına uğrarsınız. Sanıyorum Mary Shelley bu romanında bazı metaforlar kullanarak yazdığından daha başka konuları vurgulamış, zaten dediğim gibi bir ödeşme hikayesi, canavarın yalnızlığı ve umutsuzluğu üzerinde duruluyor, felsefi bir roman belki biraz da. Okuyan Kedi'nin yukarıda linkini verdiğim yazıları da sizi bu konuda aydınlatabilir. Bu bilgiler ışığında farkılı bir tat alabilirsiniz Frankenstein'den. Keyifli okumalar.

Resim:http://www.hollywoodgothique.com/2012/10/retro-review-frankenstein-1931/

24 Aralık 2012 Pazartesi

Türkiyede Ölmeden Önce Açmanız Gereken Gizemli 78 Kapı- Ata Nirun

Ata Nirun'un Destek Yayınları'ndan çıkmış olan 275 sayfalık bu kitabı 3 bölümden oluşuyor; 1) Gezin ve Görün, 2)Öğrenin ve Uygulayın, 3)Okuyun ve Araştırın. İlk bölümde Yedi Uyurlar Mağarası'ndan Sümela Manastırı'na Türkiye'de bulunan 42 ilginç mekandan bahsediliyor, bu bölüm özellikle büyük bir birikim ve titizlikle hazırlanmış, isimlerini duymuş olsanız bile çoğu mekan hakkında daha önce duymadığınız ilginç bilgiler edinebilirsiniz. İkinci bölümde ise yaratıcı imgeleme sanatı, feng shui, meditasyon gibi 26 farklı konudan bahsedilmiş. Son bölümde de sizi etkileyecek 10 farklı kitap tavsiyesi yer alıyor; bunların içinde Küçük Prens, Sofi'nin Dünyası ve Halil Cibran gibi farklı isimler var. Kitap renkli ve resimli tasarımıyla hem kolay okunuyor hem de ilginizi canlı tutuyor. Konular daha çok kaba taslak bir fikir verecek şekilde işlenmiş, siz bu kitapla ilginizi çeken şeyleri tespit ederek daha sonra bunları kendiniz araştırabilirsiniz. İlginizi çekebilir...


20 Aralık 2012 Perşembe

Çekiliş Sonucu

Çekilişimiz sonuçlandı. Hepinize katıldığınız için, çekilişi paylaştığınız için ve güzel yorumlarınız için çok çok teşekkür ederim, hepsi beni çok mutlu etti, beğendiğiniz yazılarımı belirtmeniz bana yol gösterici oldu, beni yüreklendirdi:) Gelelim talihlimize, bu sefer çekilişimizi random.org'la değil eski usül yaptık:) Evet talihlimiz Yavuz oldu.

Yavuz'u tebrik ediyorum. Yeni çekilişlerde görüşmek üzere:)


16 Aralık 2012 Pazar

Infamous mu, Capote mi?

1959 yılında Kansas'ın ücra bir kasabasında 4 kişilik bir çiftçi ailesi geceyarısı yüzlerinden vurularak katledilir. Dönemin ünlü yazarı Truman Capote, Tiffany'de Kahvaltı adlı eserini yeni yayınlamıştır ve yeni bir konu arayışındadır, dolayısıyla gazetede okuduğu bu katliam haberi onu çok etkiler. Hemen yakın arkadaşı yazar (henüz "Bülbülü Öldürmek" isimli kitabını yayınlatmamıştır) Nelle Harper Lee'yi arar ve olayı araştırmak üzere kendisiyle Kansas'a gelmesini rica eder. Harper Lee'nin kabul etmesi üzerine ikili Kansas'ta uzun sürecek bir araştırmaya girişirler.

Turman Capote'nin "Soğukkanlılıkla" ismini vereceği bu gerçeğe dayalı kitabının yazım öyküsü, biri 2005 (Capote), biri 2006'da (Infamous) olmak üzere iki ayrı filme konu olmuştur. "Soğukkanlılıkla" isimli kitabı henüz okumamış olsam da hem Capote hem de Infamous isimli filmleri yakın zamanda izledim. İki filmin senaryosu birbirine bu kadar benzeyince insan ister istemez bir karşılaştırma yapıyor.

Olayların geçtiği yıllarda Truman Capote

Capote'nin imdb puanı 7,4 iken, Infamous'unki 7; ancak ben Infamous'u çok daha fazla beğendim. Capote'de Truman Capote'yi daha çok kötü adam rollerinden hatırlayacağımız Philip Seymour Hoffman canlandırırken - ki Hoffman'ın kariyeri açısından bu rolün son derece zenginleştirici olduğunu düşünüyorum-, Infamous'ta sevimli rollerden tanıdığımız Toby Jones oynuyor. Infamous'ta yan rollerde Sandra Bullock, Sigourney Weaver gibi fazlasıyla tanınmış oyuncular varken, Capote'nin yan rollerinde ise pek tanıdık bir isme rastlamıyoruz. Infamous'ta daha karikatürize ve ne kadar bencil olursa olsun daha sevimli bir Truman Capote izliyoruz, belki bu nedenle Infamous daha çok hoşuma giden bir film oldu.

Ayrıca Infamous'da hem cinayet hem de diğer olaylar daha ayrıntılı işlenmiş, Capote'da ise olaylar daha üstün körü anlatılmakla birlikte diğer filmden 4 dakika daha uzun:)Tabi insan Infamous'ta verilen "bazı" ayrıntıların abartılmış olacağını da düşünüyor, özellikle de Capote'yi izledikten sonra. Ancak bana sorarsanız, başta da dediğim gibi Infamous daha eğlenceli ve doyurucu bir film. Siz bu filmleri izlediniz mi, yorumunuz ne, merak ediyorum?:)


12 Aralık 2012 Çarşamba

Yılbaşı Çekilişi

Yılın son günlerine girdik, ben de yeni bir kitap çekilişi düzenlemeye karar verdim:) Çekilişimizdeki kitaplar yukarıda gördükleriniz,üstlerine tıkladığınızda kitaplarla ilgili yazılara ulaşabilirsiniz, şanslı kişi yukarıdakilerden istediği bir kitabın ve hoş bir not defterinin sahibi olacak. Çekiliş 19 Aralık günü sonlanacak, talihli 20 Aralık perşembe günü ilan edilecek.

Çekilişe katılabilmek için;

Takipçim olmanız, aşağıdaki yazıya bu yıl en beğendiğiniz yazımın başlığını ve iletişim adresinizi yazmanız yeterli. Çekişimi duyurmanız zorunlu değil ama duyurusanız da sevinirim:) Herkese iyi şanslar:)


10 Aralık 2012 Pazartesi

Kırık Hayatlar- Halid Ziya Uşaklıgil

Daha önce Halid Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu” ile “Mai ve Siyah” isimli romanlarını okumuştum, bir de “Solgun Demet” isimli hikaye kitabını. Kırık Hayatlar’a da bir sahafta rastlayıp almıştım. 400 sayfalık bu romanı İnklap Kitabevi’nin 1989 basımından okudum. Kitabın baş kısmında kitabı düzenleyen Şemsettin Kutlu’nun önsözü yer almakta. Halid Ziya Uşaklıgil’i şahsen tanımış olan Kutlu, 1901 yılında önce bir gazetede parça parça yayınlanmış olan Kırık Hayatlar’ın bir roman olarak basılması için yeniden yazımında Uşaklıgil’e yardımcı olmuş. Kutlu aynı zamanda romanın bu basımında da okur için anlaşılır olması için titizlikle dip notlar eklemiş. Önsözde ayrıca Uşaklıgil’in Kırık Hayatlar isimli bu romanını diğer romanlarından daha başka ve özel bir yere koyduğundan bahsediliyor.

Romanın konusundan bahsedecek olursak; Ömer Behiç orta yaşlı, evli ve iki küçük çocuğu olan, ailesine bağlı bir doktordur. Genel olarak olayları Ömer Behiç gözünden anlatır yazar bize. Ömer Behiç ve ailesi ne kadar namuslu bir hayat sürseler de çevrelerindeki ahlaksız ilişkilere veya garipliklere de şahit olurlar, eşlerini göz göre göre aldatanlar, bir koca bulmak için hocalardan medet uman yaşlı kadınlar hatta Ömer Behiç’in, torunu yaşındaki hizmetçi kızı sıkıştıran kayınpederi, hepsi adeta sıradan olaylardır neredeyse. Bir gün bu ahlaksız kişilerden biri olabileceği ise hiç aklına gelmez Ömer Behiç’in?

Yazıldığı yıllarda gazetede yayınlanabilmesi için roman bir çok sansüre uğramış, zaten bu nedenle Uşaklıgil bunu gazetede yayınlamaktan vazgeçmiş ve roman olarak basılmış. Bu ahlaksızlık hikayeleri özellikle yazıldığı zamanı düşünürsem şok edici, doğrusu o zamanlar gerçekten böyle bir ortam var mıymış merak ettim. Açıkçası romanı fazla karamsar buldum, kendisi okuduğum roman ve hikayelerinden karamsar ve dramatik tablolar çizmeyi seviyor ancak bu romanı içlerinde en ağır olanıydı bana göre. Yine de en önemli klasik edebiyatçılarımızdan olan Uşaklıgil’in kendisinin de en önemli bulduğu bu romanı okumak isteyebilirsiniz, iyi okumalar.


4 Aralık 2012 Salı

Red Bull SoundClash Kanatlandırmaya Geliyor

2006’dan bu yana dünyanın çeşitli ülkelerinde, o ülkenin ünlü gruplarını çarpıştıran Red Bull SoundClash, Türkiye ayağını 14 Aralık 2012’de Küçükçiftlik Park’ta gerçekleştiriyor. Bir tarafta Ska’nın ustası Athena, bir tarafta Alternatif Rock müziğin devi MaNga, sizi müthiş bir müzik şölenine davet ediyor.

SoundClash’te 2 grup için 2 sahne kuruluyor, 4 raunt sürecek olan çarpışmanın sonunda sadece en iyi olan kazanıyor. İlk raunt “Cover Raundu”. Gruplar önceden birlikte karar verdikleri ünlü bir şarkıyı kendi tarzlarında yorumluyor. İkinci raunt olan “Devralma Raundu”nda bir grubun çalmaya başladığı şarkıya diğer grup devam ediyor. Üçüncü raund ise “SoundClash”. Gruplar kendi şarkılarını 3 farklı türde söyleyerek kendilerini gösteriyorlar. Her tarza hakim olmak önemli! Ve son müzikal raunt, “Joker Raundu”. Gruplar o ana kadar gizli tuttukları konuk sanatçılarını sahneye çağırarak son numaralarını yapıyorlar.

Heyecanı doruklarda yaşayacağınız soluksuz bir müzik çarpışması sizi bekliyor.

Konuşmaya dahil olmak için: #rbsoundclash’i takip edebilirsiniz.

http://www.biletix.com/etkinlik/NRDB1/ISTANBUL/tr
http://www.redbull.com.tr

Bir bumads advertorial içeriğidir.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Sony'den Son Bond Görevi; "Kaçırılan Ajanı Bulabilecek Misin?"

Sony, “Skyfall” konseptli yarışmalarıyla ödül dağıtmaya devam ediyor. Yeni görev, aynı zamanda final görevi. Sony Türkiye Facebook Sayfası’ndan verilecek talimatlarda, Ajan S olarak karargahtan alacağınız 3 farklı görevle, tüm ipuçlarını takip ederek kaçırılan ajanı kurtarmanız bekleniyor. Zekice kurgulanmış her göreve ait farklı videolar hazırlanmış. Videoları izleyip, seni kayıp ajana adım adım yaklaştıracak ipuçlarını bulmanız isteniyor.

Her görevin sonunda doğru cevaba ulaşan kişiler, Sony’den muhteşem ödüller kazanma şansını yakalıyor.

Birinci görev; 30 Kasım–3 Aralık 2012 tarihleri arasında gerçekleşecek ve görevi doğru cevaplayanlar arasından yapılacak çekilişle; bir kişi Bravia HX850 TV, bir kişi de  Xperia Tablet S kazanma şansı yakalayacak.

İkinci görev; 3-6 Aralık 2012 tarihlerinde devam edecek ve doğru cevaplayanlar arasından yapılacak çekilişle; bir kişi NEX-5R fotoğraf makinesi, bir kişi de Xperia ion akıllı telefon kazanma şansı yakalayacak.

Üçüncü görev; 6-10 Aralık 2012 tarihleri arasında devam ediyor olacak ve doğru cevaplayanlar arasından yapılacak çekilişle; bir kişi Xperia ion akıllı telefon, bir kişi de MDR-1 kulaklık kazanma şansı yakalayacak.

Videoyu dikkatle izle, ipucunu bul. Bulacağın her cevap seni Ajan’a biraz daha yaklaştıracak. Unutma, hayatı senin elinde!

Yarışmaya http://on.fb.me/TvnXgs linkinden ulaşabilirsin.

Yarışmayla ilgili detaylı bilgi Sony Türkiye Facebook sayfasında: http://www.facebook.com/SonyTR


Bir bumads advertorial içeriğidir.

30 Kasım 2012 Cuma

Yitik Ufuklar - James Hilton

James Hilton 1900 yılında İngiltere'de doğmuş roman ve senaryo yazarı. Yitik Ufuklar'ı 1933 yılında yazmış ve bu kitabın ilginç bir özelliği de ilk cep kitabı olmasıymış.

Kitap 206 sayfa, kolay okunan ve sürükleyici bir kitap. Okurken sık sık hayallere daldım. Hemen konusuna gelelim; 1930'lu yıllarda Hindistan'da İngiliz Konsolosluğu'nda çalışan üst düzey bürokrat olan 30'lu yaşlarının sonundaki Conway, genç meslektaşı Malinson, Hıristiyan misyoneri Miss Brinklow ve kimsenin pek iyi tanımadığı Amerikalı Barnard başka bir şehre gitmek üzere küçük bir uçağın yolcuları olarak bir araya gelmişlerdir. Birden uçağın normal rotasında gitmediğini fark ederler, sonra gerçek ortaya çıkar, kaçırılmışlardır. Hiç bilmedikleri bir yere kaçırılırken yerden yüzlerce metre yukarıda seçenekleri ise kısıtlıdır. Sonunda Tibet'te medeniyetten çok uzakta bir yere iniş yaparlar, pilotları ise yakınlardaki bir tapınakla ilgili bir şeyler söylerken can verir. Ertesi gün Shangri-La tapınağından bir grubun davetiyle tapınağa giderler, tapınak kimsenin yardımsız ulaşamayacağı kadar sarp bir yerdedir, dörtlünün umudu biraz dinlendikten sonra tapınağa erzak getirenlerle medeniyete geri dönmektir. Ancak öncelikle tapınağın güzelliği ve bolluk onları etkiler, sonra kafalarındaki düşünceler yavaş yavaş değişir.

Dalai Lama

Kitap dediğim gibi beni çok etkiledi. Shangi-La tapınağının büyük Lama'sının şu bilge sözlerine kulak verelim;

"Yaşamının ilk çeyrek yüzyılı hiç kuşkusuz, bir çok şeyleri yapamayacak kadar genç olmanın gölgesi altında geçmiştir; son çeyreğin ise, bir çok şeyleri yapamayacak kadar yaşlı olmanın daha bile karanlık gölgesi altında geçecektir. Bu iki gölge arasındaki dönemi aydınlatan güneş ne kadar cılızdır! .."

Biraz spoiler olmakla birlikte, Conway'in tapınakla ilgili hayallerine katılmamak ise mümkün değil;

"Shangri-La'nın adanmış olduğu o dingin ve yüce ülkünün içine, sayısı belirsiz sıra dışı, önemsiz uğraşın da sığabildiğini düşünmek ruhunu okşuyordu. Çünkü kendisi oldum olası böyle uğraşlara merak duyardı. Hatta şimdi düşünüyordu da, kendi geçmişinin "çok uçarı" veya "çok zahmetli" diye vazgeçilmiş hayallerle dolu olduğunu görüyordu. Oysa şimdi bunların hepsini gerçekleştirebilirdi, hem de tembellikten vazgeçmeden."

Bir taraftan tapınağın içindeki güzellik ve zerafet, herşeydeki ılımlık anlayışı, esneklik, suçluluk duymadan keyife adanacak bir hayatın hayalleri diğer taraftan dünyadan kopmak adeta başka bir boyutta yaşamak; aslında bu çok da zorlayıcı bir ikilem değil ama..:)İşte kitabı okurken sık sık bu hayatın hayallerine daldım. Yitik Ufuklar çok beğendiğim bir kitap oldu, hatta keşke biraz daha uzun ve ayrıntılı olsaydı dedim. Kendimi sık sık Conway'in yerine koyarak düşündüm. Kesinlike tavsiye edeceğim farklı bir kitap bu. Hem 1937'de hem de 1973'te filme aktarılmış, bir de onları izlemek istiyorum:)

resim:http://www.bhutan.com/images/stories/new_images/Photo-of-ornate-architecture-inside-a-Bhutan-temple.jpg

resim 2:http://www.zimbio.com/Dalai+Lama/articles/LjJsQ1zMTxN/Instructions+Life+Dalai+Lama

23 Kasım 2012 Cuma

Anahtar- Jun’ichiro Tanizaki

Size daha önce bahsettiğim Kawabata’nın Karlar Ülkesi isimli romanıyla aynı ciltte basılmış Anahtar romanı. 1971 Altın Kitaplar basımı olan bu cildin başında Doğan Hızlan’ın Japon Edebiyatı Tarihi konusunda bir derlemesi de bulunuyor. Burada Tanizaki’nin Batı Edebiyatı etkisinde kaldığı söyleniyor. 1956 yılında yazılmış bu roman 1959 yılında da filme (Kagi) alınmış.

Olaylar 4 kişi arasında geçer, yaşlıca baba Kenmochi, 40 yaşlarındaki genç ve güzel karısı Ikuko, kızları Toşiko ve damat adayları yakışıklı Kimura. Kitabın yazım tarzı oldukça ilginç, hem baba Kenmochi’nin hem de Ikuko’nun günlüklerinden okuyoruz hikayeyi, ikisi de birbirleriyle günlükleri yoluyla iletişim kurmaya çalışıyorlar ama bu mümkün olmuyor aslında. Kısaca kahramanlarımızın cinsel eğilimleri ve birbirlerini yönlendirmeye çalışmaları üzerine bir hikaye diyebilirim. Yazar okuyucuyu meraklandırma konusunda son derece başarılı, dediğim gibi yazım tarzı olarak da ilginç. Zamanına göre de cesur bir yazar olduğunu söyleyebilirim. Bir Japon klasiği olarak okunmaya değer.


20 Kasım 2012 Salı

Art Journal

Art Journal dediğimiz olay son zamanlarda popüler bir uğraş oldu. Aslında Sanat Günlüğü diye çevirebileceğimiz bu uğraş, içinde sadece yazı yerine çizimler, fotoğraflar veya anı değeri olan bilet vs. gibi malzemeler olan dekoratif bantlar, kurdeleler, çıkartmalar ve aklınıza gelen diğer herşeyle süslenmiş; sizi, düşüncelerinizi, gününüzü istediğiniz şekilde yansıtabildiğiniz bir günlük tutma şekli diyebiliriz. Google'da "art journal" diye arama yaptığınızda harika şeyler görebilirsiniz.

Art Journal yapmayı uzun zamandır düşünüyordum. Ben de kendi çapımda bir şeyler yaptım, bu ilk denememdi ve tabi ortaya çıkan internette gördüklerim gibi etkileyici olmadı ama olsun yaparken çok keyif aldığımı söyleyeyim. İşte 20 sayfalık Art Journal'im:)

Süslü bir kapak her zaman artı puandır:)

İlk önce A5 boyutunda bir eskiz defteri aldım, sonra kullanabileceğim bütün malzemeleri ortaya çıkardım; bu işi yaparken bolca dağınıklığı da göze almak gerek:) İlk dört sayfam diğerlerine göre daha az güzel oldu bence, elim işe yavaş yavaş ısındı:)

Arka plan olarak bazen desenli kağıt kullandım bazen de sayfayı boyadım. Sayfayı süslemekte pek zorlanmasam da özellikle yazı konusunda zorlandım. Bu defteri yurt dışından bir arkadaşım için hazırlamış olduğum için İngilizce yazdım ama dediğim gibi sayfanın temasına uygun bir şeyler yazmak nedense bana çok zor geldi, yazdığım her şey çok saçmaymış gibi geliyor:)

Nerede yaşadığım, zevklerim, izlediğim şeylerden bahsettim; bu sayfalarda Kimi ni todoke isimli animeden ve beni mutlu eden şeylerden bahsediyorum.

Fotoğraf kullanmak da güzel bir zenginlik katıyor, Scrapbook da aslında Art Journal'e benzer bir şey ama o daha çok fotoğraflarla yapılıyor sanıyorum, daha önce de Scrapbook yapmıştım ve o da çok zevkliydi:) Özellikle uzun kış gecelerinde bir taraftan televizyonda bir şeyler izlerken bir taraftan defterinizi süslemek ne güzel olur değil mi?:))

Yukarıda da dediğim gibi her çeşit malzemeyi ve bilet gibi anı nesnelerini kullanabilirsiniz, ben çıkartmaların arkasından çıkan kağıtlar, karton bardakların üstündeki resimleri bile kullandım. Artık atılacak herşeye "kullanabilir miyim?" diye bir kere daha bakıyorum, en kısa zamanda da yeni bir Art Journal çalışması daha yapmak istiyorum. Siz de deneyin:)


11 Kasım 2012 Pazar

Ayşe Kulin'den "Hayat" ve "Hüzün"

Ayşe Kulin’in büyük dedesinden başlayarak ailesinin hayatını anlattığı Veda ve Umut kitaplarını severek okumuştum, Hayat ve Hüzün de Ayşe Kulin’in hayatını 1983 yılına kadar anlatıyor. Yazar son derece yalın bir dille, adeta sohbet eder gibi yazmış kitaplarını. Gençlik yıllarına ait bazı anıları beni öyle güldürdü ki, özellikle eniştesi Aram Balayan’ın BÂLA BALA ismini alışıyla ilgili espriye çok güldüm. Ayşe Kulin’in son derece sıra dışı bir hayat yaşadığını öğreniyoruz ancak çok büyük sıkıntılar da yaşamış. Örneğin ilk eşinden ayrıldıktan sonra yıllarca çocuklarının velayeti için uğraşmış, maddi sıkıntılar nedeniyle hep çok çalışmak zorunda olmuş. Ama bence en büyük şansı ailesi ve ona hep destek olan çevresi. Çok açık fikirli bir insan aynı zamanda, ki bence iyi bir yazar olabilmesinin en önemli sebebi de bu. İki kitabı akıcı dili sayesinde birkaç günde bitirdim. Beni etkiledi, çünkü her sıkıntının bir şekilde aşılabileceği, insanın her zaman umutlu olması ve mücadele etmesi gerektiğini anlatan yaşanmış bir örnek. 1983 yılından sonrasını da umarım daha sonra yeni kitabından okuruz. Ayşe Kulin sevenlerin zevkle okuyacağı iki kitap.


8 Kasım 2012 Perşembe

Sen James Bond'un Yerinde Olsan Ne Derdin?

Sony, “Skyfall” lansmanı ile birlikte geçenlerde açıkladığı sosyal medya oyununun 3. görevini veriyor. 3. görev hem Facebook hem de Twitter üzerinde gerçekleşiyor. Sony Facebook ve Twitter hesabı üzerinde gösterilen videonun son 5 saniyesinde Bond bir şeyler söylüyor ve Sony sorusunu soruyor:

“Sen Bond’un yerinde olsan ne derdin?”

Sen de yaratıcı cevabını Facebook’ta “Skyfall Ödüllü Soruları” Tab’inde veya #M3bendedim hashtag’iyle Twitter’da paylaş. En yaratıcı cevaplar Sony jürisi tarafından seçilecek ve en iyi cevabı verenler, Xperia Tablet S, Bond 50. yıl Blu-ray seti, Skyfall T-shirt'ü ve Sinema Bileti gibi ödülleri kazanma şansı yakalayacak.

Bakalım gerçekten Bond’a yardımcı olabilecek misin?

Yeni görevleri öğrenmek için, Sony Türkiye Facebook ve Twitter hesaplarını takipte kal!

Bir bumads advertorial içeriğidir.

4 Kasım 2012 Pazar

Gönlümdeki Osman Hamdi Bey

Bugün Şehir Tiyatrolarında sahnelenmekte olan "Gönlümdeki Osman Hamdi Bey" isimli oyunu izledim. Daha önce, 2010 yılında Ölümünün 100. yılı olan Osman Hamdi Bey'in hayatını anlatan "Kaplumbağa Terbiyecisi" isimli romanı okumuş ve çok etkilenmiştim. Emre Caner'in yazdığı Kaplumbağa Terbiyecisi isimli kitap hakkındaki yazım burada .Onun üzerine bu oyun beni çok heyecanlandırdı, çünkü oyunun içeriği hemen hemen kitapla aynıydı.

Gelelim oyuna; oyun aynen kitapta olduğu gibi Osman Hamdi Bey'in Hukuk okumak üzere babası tarafından Fransa'ya gönderilmesiyle başlıyor. Oyunda hem bir anlatıcı mevcut hem de kendisine hayran dayısının kızı Esma'nın günlüğünden parçalarla da anlatım yapılıyor. Doğrusu Osman Bey'inki kadar dolu dolu bir hayatı iki perdelik bir oyunda anlatmak çok zor, bence önceden Osman Hamdi Bey'in hayatı hakkında bilgisi olmayan birinin oyunu takip etmesi çok zor; çoğu önemli olaydan sadece bir replikle bahsediliyor, Osman Hamdi Bey'in Arkeoloji Müzesi'ni açması veya Sanayi-i Nefise Mektebi'nin müdürlüğünü yaptığı sırada verdiği mücadele gibi önemli noktalar yeterince vurgulanamayor. Bu zorluklardan dolayı yer yer kopukluklar yaşanabiliyor.

Oyunun en etkileyici sahneleri Osman Hamdi'nin bana göre ilk eşi Maria ile ve dolayısıyla küçük kızından ayrılması ile daha da önemlisi sonradan küçük kızının vefatını haber aldığı anlardı, Osman Hamdi Bey rolündeki Tolga Yeter buradaki üzüntüyü çok etkileyici bir şekilde yaşattı izleyenlere. Ancak; benim kitapta edindiğim izlenim Osman Hamdi'nin bu olaydan çok etkilendiği halde üzüntüsünü daha çok içinde yaşamış ve bu üzüntünün kendisininin yaratıcılığını ve çalışmalarını çok da etkilememiş olduğu yönündeydi. Kitapta beni etkileyen Osman Hamdi'nin ülkesini medenileştirmek, sanat ve arkeoloji konusunda gelişme kayededebilmek için verdiği mücadelelerdi ama oyunda bunu hissedemedim.

Oyunculuk yönünden dediğim gibi Osman Hamdi Bey rolündeki Tolga Yeter çok başarılıydı, ancak Osman Hamdi Bey'in kişiliği daha zengin yansıtılabilirdi diye düşünüyorum, mesela onun o babacan tavrını pek göremedim oyunda, bu belki konunun zenginliğine kıyasla sürenin çok kısa olmasından kaynaklanıyordu. Oyunculuklar çok başarılıydı. Kostümler çok etkileyici ve yaratıcıydı. Yalnız dekor daha zengin olabilirdi diye düşünüyorum, yine de sahnenin sağında ve solunda yer alan uzun panolarda ve sık sık seyirciye gösterilen tablolarda ressamın resimlerini görmemiz ve son olarak orijinal boyutuyla meşhur "Kaplumbağa Terbiyecisi" tablosunun -anlamı da açıklanarak- sahneye çıkması güzeldi.

Bu oyunu izlemeden önce Osman Hamdi Bey'in hayatı hakkında bilgi sahibi olmanızı tavsiye ederim. Belki Osman Hamdi'nin neredeyse bütün hayatına yer vermek yerine bir kesit üzerinde yoğunlaşılsaydı izleyici açısından daha ilgi çekici olabilirdi diye düşünüyorum. Yine de başarılı bir oyun, tavsiye ederim, hatta umarım başka önemli biyografik oyunlar da oynanır. Keyifli seyirler.

Resim:http://www.tiyatronline.com/img/articles/yvA-gonlumdeki-osman-hamdi-bey-6on.jpg

3 Kasım 2012 Cumartesi

Bond Hızında Telefon!

Sony™ Xperia akıllı telefon serisinin en yeni modeli Xperia™ ion, Ekim ayında Avrupa ile aynı anda Türkiye’de satışa sunuldu. Türkiye’de 2 Kasım’da vizyona giren Skyfall filmiyle lanse edilen Xperia Bond serisi üyesi Xperia™ ion, 42 mbps’ye çıkabilen mobil internet hızıyla dikkatleri üstüne çekiyor. Türkiye’de ulaşılabilecek en yüksek mobil internet hızını sunan Xperia™ ion, akıllı telefon kullanıcıları için fark yaratan bir deneyim sunuyor.

4,6 inçlik Mobil Bravia Engine teknolojisine sahip HD (720p) ekranıyla film izleme keyfini üst seviyeye taşıyan Xperia™ ion, entegre Fizy müzik uygulaması ile sınırsız müzik deneyimi sunuyor. 12.1 MP kamerası ile profesyonel fotoğraf makinelerine taş çıkaran Xperia™ ion, Full HD (1080p) video çekim özelliğine de sahip.

Xperia™ ion bağlantı özellikleriyle de fark yaratıyor. DLNA, MHL veya HDMI bağlantısı ile televizyon, dizüstü bilgisayar ve tablet ile anında bağlantı kurup, resim ve videolarınızı büyük ekranda yüksek kalitede görüntüleyebilirsiniz.

Avrupa’nın en prestijli tasarım ödülü olan 2012 Red Dot Tasarım Ödülü’nün de sahibi olan Sony Xperia™ ion James Bond’a yakışır teknolojik özellikleri şık bir tasarımla birlikte sunuyor.

Bir bumads advertorial içeriğidir.

21 Ekim 2012 Pazar

Kancık - Roald Dahl

Roald Dahl, Çarli'nin Çikolata Fabrikası'ndan hatırladığımız 1916 doğumlu İngiliz yazardır. Kendisi hem çocuk kitapları hem de Kancık gibi yetişkinlere hitap eden kitaplar yazmıştır. Kancık, yazarın 4 öyküsünden oluşmaktadır, bu öykülerin cinsel içerikli olduğunu söyleyebiliriz. Bu öykülerden ikisi, yazarın en sevilen romanlarından birisi olan "Amcam Oswald"ın devamı niteliğindedir. İkinci öykü olan Konuk'u, Stephen Zwaig'in bir hikayesine benzettim, en beğendiğim de o oldu. İlk öykü dışındaki öyküleri merakla okudum. Yazar okuru meraklandırmakta son derece başarılı ama beni çok etkilemediğini de söylemeliyim, yine de fazla beklentiye girmeden keyifle okuyacağınız bir kitap.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Su Altında - Patricia Highsmith

Patricia Highsmith'în Ripley serisinin dördüncü ve son kitabı Su Altında. Daha önce ilk üç kitaptan bahsetmiştim. Tom Ripley, serinin ilk kitabı olan Yetenekli Bay Ripley'de Dickie Greenleaf'i öldürdükten sonra yüklü bir paranın üzerine konmuştur, ikinci kitap Ripley'in Oyunu'nda zengin eşi Helois ile evlenip Fransa'ya yerleşmiştir ve geçmini ünlü ressam Derwatt'ın sate tablolarını yaptırarak (ve tabi eşinin ailesinden gelenlerle) sağlamaktadır. Eğer özellikle serinin ikinci kitabını okumadıysanız bu kitabı takip etmekte zorlanabilirsiniz. Bu kitapta Tom Ripley'in, daha önce, sahte resim meselesini ortaya çıkarmak üzere olan sanat eleştirmeni Murchison'u öldürdüğünü öğrenen Amerikalı psikopat çift Pritchard'ların onu rahatsız edişleri anlatılıyor. Doğrusu ben serinin ilk iki kitabını çok sevmiş olmama rağmen üçüncü kitap olan Ripley Karanlıkta'yı ve bu kitabı pek beğendiğimi söyleyemeyceğim. Belki daha kısa olsaydı olaylar daha sürükleyici olabilirdi. Yine de okunabilir.

13 Ekim 2012 Cumartesi

Kanon

Bildiğiniz gibi daha önce Kyoto Studio tarafından yapılan Clannad ve Clannad: After Story isimli animeleri izlemiş ve çok beğenmiştim. Sonrasında Kyoto Studio’nun yapmış olduğu animeleri araştırdım ve 2006 yapımı bir anime olan Kanon’a ulaştım. Kanon sanıyorum önceki yıllarda yapılmış bir animenin yeniden yapımı. Şablon olarak Clannad’a çok benzediğini söyleyebilirim. Karakterlerin tipleri bile aynı, Clannad’ın Sunohara’sı burada Kitagawa olmuş, Nagisa gibi hasta olan Shiori var, kısacası bütün karakterleri eşleştirebilirsiniz böyle.

24 bölümden oluşan bu anime aynı Clannad gibi dram ve romantizm üzerine. Yuichi liseyi okumak üzere teyzesi Akiko ve kuzeni Nayuki’nin yanına gelir. 7 yıl önce orada tatilini geçirmek için birkaç hafta kalmıştır ancak hiçbir şey hatırlamamaktadır. Önce kasabada dolaşırken Ayu ile karşılaşır, Ayu onu çok iyi tanır ama Yuichi bir şey hatırlamaz, yine de kısa sürede arkadaş olurlar. Sonra Matoko ile tanışır, ardından ve okula başlayınca ise Mai’yi tanır. Bu kişilerin hepsi ile küçükken bir şekilde tanışmış ve dramlarına tanık olmuştur. 7 sene sonra onların sorunlarını çözmek, mutlu etmek için çabalar ve sonunda olayları hatırlar.

14. bölümde serinin adının neden Kanon olduğu açıklanıyor, çünkü her tekrarda yeni bir ses eklenir ve şarkı daha güzel hale gelir. Sayuri bunu açıklar ve “hayat da böyledir, sanki hiçbir gelişme yokmuş gibi görünür ama her şey zamanla daha da zenginleşir, ” der

İşte Yuichi de bu yüzden zor durumdaki hiçbir arkadaşını yalnız bırakmaz ve hepsinin mutluluğu için ayrı ayrı mücadele verir, sadece o değil diğer arkadaşları da bu çabaya ortak olur. Gerçekten çok güzel bir anime’ydi, romantik ve duygusal animeleri sevenler kaçırmamalı, yine de Clannad’ın yeri ayrı tabi. Özellikle açılış şarkısı çok hoşuma gitti. Kaliteli ve güzel bir anime, tavsiye ederim.

Resim:http://spongbros.co.uk/blog/wp-content/uploads/2009/06/kanon-group-shot.png


6 Ekim 2012 Cumartesi

04:00 - Hikmet Hükümenoğlu

04:00, Hikmet Hükümenoğlu'nun dördüncü romanı. Bu kitabı Hikmet Hükümenoğlu'nun sitesinde düzenlemiş olduğu bir bulmacaya doğru cevap vererek, imzalı edinme ayrıcalığını yakaladım. Kitap çok yeni, sanıyorum iki hafta önce çıktı piyasaya. Hemen öncesinde yazarın çok farklı bir tarzda olan ikinci kitabı Küçük Yalanlar Kitabı'nı okumuştum.

Yazarın bu kitabının hemen hemen günümüzde ama distopik bir dünyada geçtiğini söyleyebiliriz. Distopik tanımında baskıcı bir rejimin varlığından bahsediliyor ama kısaca kötü bir dünya diyelim. Bu dünyada asit yağmurları yağmakta, İstanbul yıkıntıların üzerinde yükselen ucube bir şehir olmuş. Giray yaşadığı korkunç bir olaydan sonra hayatı "hayatta kalmak" düzeyinde yaşayan, yalnız bir adamdır. Bir gün, cinayet masasında komiser olan eski eşi Defne, bir kayıp çocuk vakasında Giray'dan yardım ister. Ancak istediği özel bir yardımdır, çünkü Giray bazen eşyalara dokunarak bazı olmuş olayları görebilme yeteneğine sahiptir. İstemese de bu kayıp çocuk vakasına dahil olur, bu olay onun kişisel meselelerini de gündeme getirir. Bir tarafta masum küçük bir çocuğu kurtarma telaşı, bir tarafta Giray'ın umutsuz hayatı, diğer tarafta kaotik şehrin akıl almaz olayları size sayfaları hızla çevirtecek.

Bu kitaptan Haruki Murakami tadı aldım, zaten Hikmet Hükümenoğlu'nun da sevdiği aynı zamanda kitabında göndermeler yaptığı bir yazar kendisi. -Kitabın kahramanlarından Kiraz, "Sahilde Kafka"yı okuyor-. Rüyalı kısımda da biraz Stephen King tadı aldım - ki kendisi çok sevdiğim bir yazardır ve kitapları kahramanımız Giray'ın eski evindeki kitaplığını süslemektedir:) . .

Hikmet Hükümenoğlu, 04:00 için bir de şarkı listesi hazırlamış, -kendisinin sitesinden şarkı listesini bulabilir ve şarkıları dinleyebilirsiniz, şarkı listesi için tıklayınız-, kitap boyunca ismi geçen şarkılar var listede, kitabın son iki bölümünü evde okuyabildiğim için kahramanımızla eşzamanlı olarak dinleyebildim son bir kaç şarkıyı:) Bence müzik, kahramanın hislerini bize en kısa yoldan anlatacak bir araç, bu açıdan şarkı listesi çok güzel bir fikir. .

Bir de, daha önce de bahsetmiştim, Hikmet Hükümenoğlu'nun önceki kitaplarında da yer verdiği o gizemli mekan var; iki apartman arasındaki daracık geçitten geçilerek çıkılan o tuhaf meydandaki sahaf, bu kitapta da var. Bu da okurlara küçük bir sürpriz gibi oluyor, benim çok hoşuma gidiyor, yazarın imzası gibi:)

04:00 gerçekten beğendiğim bir roman oldu. Bir takım doğa üstü öğeleri içermesi ve bazı kitaplarda olduğu gibi, bütün roman boyunca bunları kullanıp da sonra kitabın sonunda herşeyin "gerçek" açıklamasını yapmamış olmasından dolayı daha da sevdim kitabı. Kahramanı Giray'ı yakından tanıdım ve sempati duydum, genellikle bir kitabın konusu ne kadar ilginç olursa olsun kahramanlarından en azından birine sempati duymadığımda o kitabı da çok sevemiyorum. Kısacası 04:00 herkese tavsiye edeceğim bir roman, bu kitap henüz yeni çıktığından Hikmet Hükümenoğlu'nun bir sonraki kitabı çıkana kadar bir süre beklemem gerekeceği için üzülüyorum:)).

Hikmet Hükümenoğlu'nun diğer kitapları hakkındaki yazılarım;

Kar Kuyusu

47 Numaralı Kamara

Küçük Yalanlar Kitabı

Resim: http://media.giantbomb.com/uploads/11/119398/1670959-machinarium__screenshot__super.jpg


2 Ekim 2012 Salı

Küçük Yalanlar Kitabı - Hikmet Hükümenoğlu

Yazarın ikinci romanı olan Küçük Yalanlar Kitabı, 2007 yılında yayınlanmış. Daha önce size yazarın Kar Kuyusu ve 47 Numaralı Kamara isimli kitaplarından bahsetmiştim, geçen hafta yazarın son romanı 04:00 yayınlandı, 04:00'ün hemen öncesinde okumak istedim Küçük Yalanlar Kitabını.

Romanımız 1930'lu yıllarda İstanbul'da geçiyor. Öncelikle şunu söyleyeyim, kapağı ve ismi son derece çekici olsa da arka kapak yazısı hiç de çekici değil:) Bu yüzden bu kitabı okumakta bu kadar geciktim. Halbuki, kitabı okuduktan sonra, yazarımızın benim için en favori kitabı bu oldu -ki sanıyorum yazarımızın da ilk üç kitabı arasındaki favorisi Küçük Yalanlar Kitabı.

Kitap üç karakterin ağzından anlatılıyor; ablasına daha fazla yük olmak istemediği için çok da iyi tanımadığı Faruk ile evlenen, genç, güzel ve romantik Rezan; işine son derece bağlı, takıntılı ve nazik bir adam olan Faruk, yaşadığı travmatik bir olaydan dolayı evden çıkamama hastalığına yakalanmış ve güzel Rus kızı Sofiye Hanım'ın evine sığınmış Tevfik. Bu üç kişinin hayatı, Nicholas Delvin isimindeki esrarengiz yabancının, son derece değerli Semper Augustus ismindeki lale soğanlarını bulma umuduyla İstanbul'a gelmesiyle alt üst olur.

Kitaptaki hoş ayrıntılardan birisi; yolcu zeplini yolcularını Galata Kulesin'ne indirirken:)

Kitabın konusunu son derece ilginç buldum ama benim kitaptan bu kadar keyif almamı sağlayan şey daha çok kitaptaki atmosferdi. Öncelikle 1930'larda geçen bu kitabın bütün kahramanları çok nazik (İsmail Kuşçu'nun kuşlarına bile bağırırken "Susunuz" demesi çok hoşuma gitti:), zaten geçmişte geçen kitapları bu kadar sevmemin sebebi de bu, kısacası samimi ve keyifli bir atmosfer var kitapta. Örneğin Rezan'ın dergi okurken radyo dinlemesi, üst komşusu Madam Nora ile kahve içerken samimi bir sohbete dalması, Tevfik'in en seçkin klasik müzik plaklarını dinlerken keyifli keyifli kitap okuması gibi ayrıntılar bahsettiğim bu atmosferi yansıtıyor. Yazar gerekli durumlarda gizemli havayı da aynı şekilde vermiş, örneğin Nicholas Delvin ve Faruk'un Beyoğlu'nda çıktıkları o gizemli meydan ve orada gittikleri sahafta yaşananlar (ki bu yer yazarımızın diğer 2 kitabında da var ve son kitabında da olduğunu tahmin ediyorum:)) veya İstanbul Üniversitesi'ne gittikleri bölüm gibi. Yazarın kitapta 1930'ların dilini de kullandığını ekleyeyim.

Sofiye Hanım gramofonun başında klasik müzik dinlerken..:)

Küçük Yalanlar Kitabı'nı çok sevdim gerçekten, son zamanlarda okuduğum en keyifli romanlardan birisiydi. Her ayrıntının özenle yerleştirildiği, bence çok ustaca yazılmış bir roman. Yazarın daha önce okuduğum kitaplarında da aynı titizlik ve ustalık hissediliyordu ancak romanın eski bir zamanda geçiyor olması daha çok araştırma ve dikkat gerektirmiş olmalı diye düşünüyorum.

Yazmadan geçemeyeceğim ama Hikmet Hükümenoğlu'nun kitap kapaklarını çok beğeniyorum, sanıyorum Everest Yayınları'nın bütün kapaklarını Utku Lomlu hazırlıyor, bence çok başarılı gerçekten.

Kitabımıza geri dönecek olursak, Küçük Yalanlar Kitabı'nı kesinlikle tavsiye ediyorum ve Hikmet Hükümenoğlu'nun ismini daha sık duymamız gerektiğine inanıyorum. Ve 04:00'e başlamak için sabırsızlanıyorum:) Keyifli okumalar.

Yazarın Kar Kuyusu ve 47 Numaralı Kamara isimli kitapları hakkındaki yazılarıma bakmak için;

Kar Kuyusu

47 Numaralı Kamara


29 Eylül 2012 Cumartesi

Hayaller İçinde Bir Düş- Umut Can Çeppioğlu

Hayaller İçinde Bir Düş, Umut Can Çeppioğlu'nun ikinci kitabı, 5 öyküden oluşuyor. Bu beş öyküde Derya isminde bir kadının yaşamından kesitlerle yalnızlık, hüzün, korku gibi duyguları ve ilişkileri üzerinde durulmuş. Doğum günü ve Çıkmaz Yol isimli öykülerde gerçek üstü öğelere de yer verilmiş. İlk öykü Saklambaç ise bence kitabın en vurucu öyküsü. Hem girişiyle bir çocuğun korkusunu çok canlı bir şekilde hissettiriyor hem de ikinci kısmında bir gençkızın kalbinin kırılışını son derece gerçekçi olarak anlatıyor, bu iki kısımdaki duygu bütünlüğünü çok güzel verilmiş bence.

Kitaptaki öykülerin birbiriyle bağlantılı olması bir bütünlük sağlamış, örneğin bir hikayede rastladığınız bir öğeye başka bir hikayede de rastlıyorsunuz. Ayrıntıların birbirleriyle tutarlı olması da oldukça önemli. Ben özellikle yazarın benzetmelerini ve kişileştirmelerini sevdim, mesela "kirli camlarından ışığın tiksinerek geçtiği bir pencere" gibi:)

Bir diğer hoşuma giden alıntı da şu;

"Hayal dünyasının kapıları bu kadar genişken, gerçeğin dar kapısından geçmek zorunda kalmayı kabullenemiyordu bir türlü."

Yazarın bir de "SENsizlik" isminde şiir kitabı var. Aşağıdaki şiiri çok beğendim;

Gece Hayatı(s.19):

Bir hayat bulsam bir gece yolda

Henüz yaşanmamış olsa

Etrafta da kimse yoksa...

Giysem üstüme büyük gelmese

Belki intihar, belki cinayet

Kimse benden bilmese...

Alıp başımı gitsem

Büyüdüğüm mahalleye

Biraz hava biraz su yeter

Çocuk olsam yeniden

Üstüm hiç kirlenmese...

Buradan yazarın bloguna ulaşabilirsiniz.

Hayaller İçinde Bir Düş bence güzel bir kitap, yazarın bu ilk öykü kitabını başka kitaplarının da takip edeceğine inanıyorum, keyifli okumalar.


26 Eylül 2012 Çarşamba

Dün güzel bir gündü...

Dün güzel bir gündü. Bazı işlerim olduğu için dün için izin almıştım, işlerimi hallettikten sonra da güzel bir program yaptım Beyoğlu'nda gezmek için. Önce sahaf festivaline gittim, aslında sırada okunmayı bekleyen çok kitabım olduğu için pek bir şey almaya niyetim yoktu. Ama aşağıda gördüğünüz kitaplar çok hoşuma gittiği için aldım. En azından roman değiller:)

Kitap Yapımı ve Ev İçi Projeleri, özellikle kitap yapımı çok hoşuma gitti, kitaplarınızı nasıl ciltleyeceğiniz veya katlanabilir şiir kitapçıkları gibi benzer şekilde yapabileceğiniz projeler var içinde. Kitaplar 10'ar TL.

En kısa zamanda denemek istiyorum:)

Sahaf festivalinden sonra ise aylar önce açılan ama bir türlü gitme fırsatı bulamadığım Masumiyet Müzesi'ne gittim. Daha önce TRT'de yayınlanan belgeselini izlediğim için neyle karşılaşacağımı biliyordum, ama gerçekten bayıldım, çok güzeldi. Yalnız bazı vitrinler kapalıydı nedense. Hoşuma giden bir şey de, kitapta unuttuğunuz ayrıntıları hatırlamak isteyenler için banklara zincirlenmiş çeşitli dillerdeki Masumiyet Müzesi kitaplarıydı.

Müzeden keyif alabilmeniz için kitabı okumuş olmanız şart değil. Eğer bir süre de olsa dış dünyadan kopmak, özel bir yerde vakit geçirmek isterseniz Masumiyet Müzesi'ne gitmenizi tavsiye ederim. Müze mağzasından, üzerinde yukarıdaki resim olan bir kartpostal aldım:)

Dünün en güzel taraflarından birisi de severeak takip ettiğim Hikmet Hükümenoğlu'nun sistesinde düzenlemiş olduğu ödüllü yarışmasından kazanmış olduğum, son kitabı 04:00'ün imzalı bir şekilde elime ulaşmış olmasıydı.

Şu an yazarın Küçük Yalanlar Kitabı'nı okuyorum ve o biter bitmez de 04:00'e başlamayı düşünüyorum. Yazarın sitesinden, kitaplarından tadımlık bölümler okuyabilirsiniz.


25 Eylül 2012 Salı

Karlar Ülkesi- Yasunari Kawabata

Altın Kitaplar'ın 1971 yılında yayımladığı bu kitapta Yasunari Kawabata'nın Karlar Ülkesi ve Jun'ichiro Tanizaki'nin Anahtar isimli romanları (sonraki yazımda bahsedeceğim) bir arada yayınlanmış. Bu kitabı sahaflardan 3TL'ye almıştım bu arada:) Kitabın başında Doğan Hızlan'ın "Çağdaş Japon Edebiyatı" üzerine hazırlamış olduğu, son derece bilgilendirici bir önyazı da mevcut. Bu yazıda Japon tarihiyle paralel olarak Japon yazarlarından bahsedilmiş, burada bahsedilen yazarların kaçının eserleri Türkçe'ye çevirilmiş bilmiyoruz ama:) Bu yazıya göre Karlar Ülkesi, Kawabata'nın en iyi romanı, onun yazış tarzı için şöyle denmiş; "Kawabata'nın yazış yöntemi daha çok, şehvet hislerini, insanların iç duygularını ustaca işlemeğe, Japon karakterinin bu his, duyuş ve davranışlar içindeki tepkilerini gerçekçi ve akıcı bir anlatımla yansıtmaya dayanıyordu." Yazarın daha önce Kyoto isimli romanını okumuştum, dinginliği ile insanı dinlendiren çok güzel bir romandı bence. Karlar Ülkesi ise daha farklı tarzda bir roman. Kahramanımız Şimamura, orta yaşlı, evli, ailesinden zengin olduğu için parasını ve zamanını ilgisini çeken şeylere harcayan bir adamdır. Bir kaç yıldır, kışın Karlar Ülkesi'ndeki kaplıca oteline gitmeyi adet edinmiştir. Orada tanıştığı bir geyşa olan Komako ile, tam olarak tanımlamanın zor olduğu bir gönül ilişkisi kurmuştur. Komako'nun ölümcül hasta eski sözlüsü ve onun şimdiki sözlüsü güzel ve çaresiz Yoko'nun varlığı ise bu ilişkileri daha da karmaşık hale getirir. Kitabın karlı, çok hoş bir atmosferi var, Kyoto'da olduğu gibi dingin bir yerde hissediyorsunuz kendinizi. Bir klasik olarak okunması gereken bir eser olduğuna inanıyorum, keyifli okumalar. Bu arada Biblio da Japon Edebiyatı ve Yasunari Kawabata üzerinde duruyor bugünlerde, bu kitabın ve yazarın diğer kitaplarının yorumlarını bir de ondan okuyabilirsiniz:)

19 Eylül 2012 Çarşamba

Sahilde - Ian McEwan


Ian McEwan sevdiğim bir yazar. Kendisi 1948'de İngiltere'de doğmuş, romanlarını oldukça yaratıcı buluyorum, zaten yazmak isteyenlere önerilen yazarlardan birisi Ian McEwan. Daha önce Sonsuz Aşk kitabını okumuştum, bir de kendisinin romanlarından uyarlanmış iki filmi (Sonsuz Aşk ve Yabancı Kucak) izlemiştim:)

Sahilde'ye gelecek olursak, yazarın 2007 yılında yazmış olduğu 155 sayfalık bu roman 1960'lı yılların başında İngiltere'de geçiyor. Varlıklı bir ailenin, kendisini müziğe adamış güzel kızları Florance ile köyde, hasta bir annenin sorunlarıyla boğuşan bir ailenin oğlu olan, zeki ve akıllı Edward birbirlerine aşık olurlar ve evlenirler. O yıllarda cinsellik henüz hala bir tabu olduğundan evlendikleri güne kadar cinsellikle ilgili konuşmamıştır çiftimiz. Kitap kısaca cinselliğin tabu sayılmasının ve evliliğe kadar bu konunun göz ardı edilişinin sonucu iki gencin hayatının nasıl etkilendiğini anlatıyor diyebilirim. Bundan sonrası spoiler içerebilir:)


Chesil Sahili; Güney İngiltere'de, Edward ve Florance'ın balaylarını geçirdikleri yer. Çakıl taşlarının akıntı tarafından büyüklüklerine göre sıralanmasıyla ünlü:)Çakıltaşının boyutuna bakarak nerede olduğunuzu anlayabileceğiniz söyleniyor.

Balayına gittikleri otelde keyifle akşam yemeklerini yedikten sonra, ikisi de ne yapacağını bilemez durumdadır. Rezil olmaktan, utanmaktan korkarlar ve bu yüzden ne yapılması gerektiğine inanıyorlarsa onu yapmaya çalışırlar, özellikle Florance bu konuda çok cahildir. Ancak bu deneme ikisi için de şok edici bir biçimde sonlanır. Neler olduğunu anlamakta zorlanan Florance, içindeki utancı, bilgisizliği Edward'a hakaret ederek atmaya çalışır, kısaca iki gururu kırılmış genç, birbirlerini gerçekten sevseler de bir türlü anlaşamazlar.

Ben kitabı okurken, kitapla ilgili fikirlerim sürekli değişti. İlk başlarda kitabın konusu çok ilgimi çekmedi,Edward'a acıdım sadece. Sonra Florance'ı anlamaya çalıştım - kendisinin nasıl böyle olduğu konusunda kafam karıştı, Florance'ın babasıyla ilişkisi çok net değildi- ,kitabın sonlarına doğru ilgim ve merakım arttı. Bütün olay sonuçlandıktan sonra yazar, Edward ve Florance'ın hayatlarının nasıl devam ettiğini anlatmış, ama bence çok fazla ayrıntı vermiş, sadece konuyla ilgili hayatlarındaki değişiklikleri vermesini tercih ederdim. Bir de, kitabın en sonunda Edward'ın olgunluk çağındaki fikrini gerçekçi bulmadım, "Florance'ın teklifini keşke kabul etseydim" diye düşünmesini yani. Kısacası,okunabilecek ve üzerinde tartışılabilecek hoş bir kitap. Edebi açıdan yazar oldukça güzel ve duyarlı yaklaşmış olaya. Kitabın İngiltere'de iki önemli ödül almış olduğunu da ekleyeyim, keyifli okumalar:)

11 Eylül 2012 Salı

Tepedeki Ev ~ Kokuriko-zaka kara


Şu sıra sinemalarda gösterimde olan bir Studio Ghibli animasyonu Tepedeki Ev (orijinal ismiyle "Kokuriko-zaka kara"). Yönetmeni Goro Miyazaki. Açıkçası konusunu okuduğumda bana çok ilgi çekici gelmemişti ama bu animasyon kesinlikle hem görsel hem de duygusal açıdan çok zengin.

Hikaye 1963 yılında, yani Tokyo Olimpiyatlarının düzenlendiği yıldan 1 yıl öncesinde geçiyor. Konan Lisesi'nde okumakta olan 16 yalındaki Umi, eskiden hastane olan ailesini ait köşkü (öğretim görevlisi annesi şehir dışında olduğundan ve denizci olan babası da vefat etmiş olduğundan) pansiyon olarak işletmektedir, tabii büyükannesi ve kız kardeşinin de yardımıyla. Babasını çok özlediği için, eski bir alışkanlıkla her gün semafor bayraklarıyla denizcilere mesaj gönderir. Aynı okuldan 17 yaşındaki Shun'da babasının römorkuyla denizden geçerken bu bayrakları görmektedir. Shun okulda oldukça aktiftir. Tokyo Olimpiyatları için yapılan hazırlıklarda, eski şeyleri yıkıp yenilerini yapma eğilimi vardır.


Bu arada bu animasyonda sık sık "1964 Tokyo Olimpiyatları" ile ilgili afişler görülüyor. Bu tabelada "(Tokyo Olimpiyatları için) Tokyo'nuzu Güzelleştirin" yazıyor.

Okulun eski kulüp binası "Quater Latin"'in de bu sırada yıkılması gündeme gelmişti. Shun da bu yıkıma karşı grubun öncülerindendi. Bir şekilde Umi ile yakınlaşan Shun'un hayatı, Umi'lerde gördüğü bir resim ile alt üst olur. Shun, Umi'den hoşlanmaktadır, Umi de Shun'dan, ama herşey göründüğü kadar kolay değildir.


Yağmurlu bir günde yapılan itiraf.

Bir yanlış anlaşılmayla kafaları karışan iki genç, kulüp binasını yıkılmaktan kurtarmak üzere birlikte çalışırlar. İkisinin de yüreği acı doludur, işte bu animasyonda iki gencin aile, aşk ve kararlılıkla ilgili duygularını bulacaksınız, mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.


Animasyondaki bütün kareler tek tek birer şaheser bence. Yine Stüdyo Ghibli ve Goro Miyazaki'nin "The Borrowers"ı da görsel açıdan bu derece başarılı, ancak ben Tepedeki Ev'in konusunu daha etkileyici buldum. Bu anime ile ilgili çok hoşuma giden bir nokta da Kyu Sakamoto'nun 1963 yılında çıkardığı Sukiyaki şarkısının, animasyonda farklı yerlerde bir kaç kere çalıyor olması, gerçekten çok güzel bir şarkı. Gemilerden birinin üzerinde "Ghibli" yazması da hoş bir ayrıntıydı. Ve tabi bu animasyon sayesinde 1960'larda Tokyo'da yaşamın nasıl olduğuna da göz atma şansınız oluyor:)


8 Eylül 2012 Cumartesi

Kitaplarınızı Ona Emanet Eder Misiniz?:)


Bugün size kitaplardan değil kitaplıklardan bahsedeceğim. Evimin benim için en güzel ve özel odası içinde kitaplıklarımın ve kitaplarımın bulunduğu çalışmam odam. 8 ay önce yeni evimize taşınacağımız zaman, eski evdeki yer darlığından çoğunlukla kolilerin içinde duran kitaplarımız için yeni kitaplıklar almamız icap etti. Evdeki zamanımın çoğunu geçirmek istediğim, bu nedenle de dekorasyonuna büyük özen gösterdiğim odamızın içine koyacağımız her parçayı seçerken gösterdiğimiz titizliği maalesef kitaplık seçiminde gösteremedik. Biraz orijinal ve sıra dışı bir parçanın fiyatı düz bir kitaplığa göre birkaç misli artıyordu, biz de çaresiz ekonomiye yenildik, düz ve ucuz 2 adet kitaplık aldık odamıza.

Bir kitap sever için kuşkusuz değerli kitaplarını emanet edeceği, onları dizip keyifle seyredeceği kitaplıkların önemi de büyüktür. Bu nedenle, ihtiyacım olmasa bile arada bir internette gezinirken kitaplık modellerine bakmayı da severim. İşte geçenlerde bu şekilde yeni bir site keşfettim, www.dekorister.com.tr . Öyle güzel, orijinal modeller vardı ki, ben kitaplık alırken nerelerdeydi bu site diye hayıflandım. Çünkü bu son derece şık kitaplıkların fiyatı da çok uygundu. Bakın şu yukarıda resmi olan Ample Kitaplık, sizce de çok hoş değil mi? Üstelik eminim benim 2 kitaplığa sığdırdığım miktarda kitabı tek başına alır. İşte buradan bakabilirsiniz.

Kitaplıklara bakmışken, çalışma masalarına da baktım tabii. Resimde gördüğünüz Best Çalışma masası çok hoşuma gitti. Çalışma masalarında insan fazla bir yaratıcılıkla karşılaşmayı ummuyor ama bu model benim çok hoşuma gitti, son derece sade ve yaratıcı, ayrıca beğendiğim Ample Kitaplık ile çok güzel bir takım olur bence:) Buyrun linki burada.

Bu arada sitede ücretsiz kargo ve ücretsiz değişim gibi imkânlar da var, eğer kitaplık veya çalışma masası almayı düşünüyorsanız, benim gibi sonradan pişman olmak istemiyorsanız bu siteye bakmanızı öneririm:)

Ayrıca; 31 Ekim 2012 tarihine kadar siteden “KMPNYEKM2012” hediye kodu ile %15 indirimli alışveriş yapabilirsiniz. Kampanya stoklarla sınırlıymış:)

2 Eylül 2012 Pazar

Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu


Haruki Murakami’nin 1985 yılında yazmış olduğu bu roman 561 sayfa. Önce iki farklı hikaye varmış gibi bir bölüm Haşlanmış Harikalar Diyarı’nı anlatıyor, onu takip eden bölüm Dünyanın Sonu isimli dünyayı anlatıyor, bölümler birbirini bu şekilde takip ediyor, kitabın sonlarına doğru da bu iki dünyanın birbiriyle ilişkisini anlıyoruz.

Kahramanımız 35 yaşlarında ve mesleği bir çeşit “veri işlemciliği”. Bir tür eğitimden geçerek beyninin sol ve sağ yarımkürelerini birbirinden bağımsız kullanma yeteneği kazandıktan sonra bu yeteneğini verileri şifrelemekte kullanabilir hale getirilmiş. Bir gün özel ve çok gizli bir görevi yerine getirdikten sonra hayatı alt üst oluyor, evini talan ediyorlar, kendisini yaralıyorlar. Bunun son görevi ile ilgili olduğunu anlıyor. Son görevini dahi bir bilim adamı ile torunu için yerine getirmişti. Onlar da tehlikenin farkına varıp, kahramanımızla iletişime geçiyorlar ve macera başlıyor! Açıkçası bu kısımlar bana biraz sıkıcı geldi. Bu olaylar “Haşlanmış Harikalar Diyarı”nda geçiyor.

Diğer taraftan “Dünyanın Sonu” denilen kısımlar, yüksek duvarlarının ardında gölgesiz (burada yürek anlamında aslında) insanların yaşadığı, bir girenin bir daha çıkamadığı, yaşlanmanın, ölümün ve acının olmadığı bir dünyada geçiyor, burada aynı zamanda altın sarısı tüyleri olan tek boynuzlar da var, onların görevi ölen yürekleri içlerine çekmek. Bu dünya çok fantastik, buradaki kahramanımızın görevi eski rüyaları okumak, eski rüyalarsa tekboynuzların içlerine çektikleri yüreklerden oluşuyor. Ben kitabın en çok Dünyanın Sonu bölümlerini sevdim. Haşlanmış Harikalar Diyarı bölümlerindeki kahramandan pek hoşlanmadım, bana biraz duygusuz geldi.

Kitaptan beğendiğim bir alıntı;
“.. Fakat gerçekten birinci sınıf bir insan olabileceğim konusunda kendime güvenim yoktu. Birinci sınıf insanlar, normalde birinci sınıf insan olabileceklerine dair güçlü bir kendine güven sayesinde oralara gelirler. Kendisinin belki birinci sınıf bir insan olabileceğini düşünüp, her şeyi olayların akışına bırakarak birinci sınıf insan olabilmiş pek fazla kişi yoktur…”
Haruki Murakami’nin yazım tarzı hoşuma gidiyor, kitapta özellikle Dünyanın Sonu kısmında hayat ve yürekle ilgili güzel düşünceler var, bunlar hoşuma gitti ama diğer taraftan Haşlanmış Harikalar tarafı yer yer çok sıkıcı geldi, yine de okunabilir.


Resim: http://www.elfwood.com/art/h/o/hollander/090_unicorn_in_the_snow__skarbog.jpg
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...