29 Mayıs 2013 Çarşamba

Oldu da bitti, Maşallah - Kaan Göktaş


Araştırmacı gazeteci- yazar Kaan Göktaş’ın üçüncü kitabı “Oldu da bitti, Maşallah”, adından da anlayacağınız üzere tarih, din, etik ve çocuk hakları açısından sünnet konusunu tartışıyor.

Kaan Göktaş, nezaket gösterip bana da imzalı bir kitabını gönderdi ve ben de bugünlerde okuma fırsatı buldum.
Açıkçası bir bayan olarak daha önce sünnet konusu üzerine düşünmemiştim. Müslümanlıkta sünnet erkek çocuklarına uygulanan bir operasyon, özellikle bildiğimiz sünnetin sağlık açısından da koruyucu olduğu. Hatta günümüzde bir çok aile çocuklarını doğar doğmaz sünnet ettirmeyi tercih ediyor, ancak otomatik olarak yapılan bu uygulama hakkında kaçımız düşündü daha önce?

Yazarın bu konuda kapsamlı bir çalışma yaptığını söyleyebiliriz, 140 sayfalık kitapta hem Müslümanlıkta hem de diğer dinlerde ve kültürlerde sünnet, sünnetin kökeni, yasalar ve tıp etiğindeki yeri gibi konu başlıkları var. Kitabın kaynakça kısmı da oldukça zengin. Kısacası, sünnet olayına farklı bir bakış açısıyla bakmak isterseniz okumanızı tavsiye ederim. Kaan Bey’e tekrar teşekkür eder ve başarılarının devamını dilerim.

Yazarın sitesi olan www.kaangoktas.net adresinde kendisiyle ilgili bilgi ve diğer yazılarına ulaşabilirsiniz.

21 Mayıs 2013 Salı

Bertolucci'den Çölde Çay



Paul Bowles'in Çölde Çay romanından Bertolucci tarafından 1990 yılında sinemaya uyarlanmış filmi dün seyrettim. Başrollerinden John Malkovich ve Debra Winger'in oynadığı filmin imdb puanı 6,6.

Roman 1949 yılında geçiyor, film de o yıllarda Amerika'ya ait görüntülerle başlıyor. Sonra kahramanlarımız Kit, Port ve Tunner'ı görüyoruz. Romanı okumuş biri olarak filmi bundan bağımsız değerlendirmem biraz zor. İlk farklılık da karakterlerde çarpıyor gözüme. Port rolünde John Malkovich kafamda canlandırdığım gibiyken Kit çok farklı, kitapta kocasına fikrini açıkça ifade etmekten çekinen, biraz güvensiz ve kırılgan bir hali vardı, filmde ise oldukça kendine güvenli bir kadın, bir diğer büyük fark ise romandaki Kit'in sarışın olması ki bence bu nedenle Arap erkeklerinin bu kadar ilgisini çekiyor. Bana kalırsa Tunner da kitaptakine çok uymuyor, Tunner kitapta Port'a göre daha yapılı, daha güven veren bir tipti sanki. Eric Lyle ise kitaptakinin aksine zeka özürlü gibi aktarılmış ekrana.

Bir diğer fark romanda Port ve Kit'in hemen hemen hiç yakınlaşmamasının aksine filmde öyle olmaması. Kitabın sonunda Kit'in yaşadıkları da sadeleştirilmiş, çok da iyi olmuş. Ancak Paul Bowles'in filmde anlatıcı olarak yer alması, bu farklılıkları hoş gördüğü anlamına geliyor herhalde:)

Romandan bağımsız olarak baktığımda filmi beğendim, özellikle görsel anlamda çok hoş bir filmdi. Ancak kervan sahneleri gereksiz derecede uzundu. Filmin sonu da romandan farklıydı. Romanı beğenmemiştim ama filmi fena bulmadım:)

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Çölde Çay - Paul Bowles


Diğer ismi “Esirgeyen Gökyüzü” olan roman, yazarın ilk romanı, 1949 yılında yazılmış. 286 sayfadan oluşan roman hakkında arka kapakta şunlar yazıyor;

“ ‘Çölün ortasında kendine acıklı bir Batı kalesi kurma çabası…’
Romandaki bu cümle, Amerikalı genç çiftin Kuzey Afrika kentleri ve çöllerindeki hüzünlü öyküsünü özetleyebilir. Fakat sadece o kadar değil, ‘Çölde Çay’ Sahra’nın sonsuz, anlaşılmaz, devinimsiz boşluğunda bütün bir Amerika-Batı uygarlığının, kadın-erkek ilişkisin ve belki ruhsal karşıtlığının ve aynı zamanda bütün bir varoluşun sorgulanmasıdır da. Akıcı bir serüven ve tutku romanı. Hüzün dolu bir aşk ve yok oluş öyküsü. Batılının gözüyle betimlenen Doğu’nun kargaşa, hastalık, şehvet ve pislikle lekeli, dayanılmazca çekici, katı, ulaşılmaz, kendi içinde kapalı ortamında, insanın yazgısı, zamanın ve doğanın sonsuzluğu üstüne ozanca gözlemler, düşünceler…”

Evet arka kapağı okuduğunuzda sürükleyici, bir o kadar da düşündürücü, belki de felsefi bir roman okumayı umabilirsiniz, ama ummayın! “Varoluş, yok oluş, betimleme, sorgulama”larla dolu “entel” romanı okumayı umun ki hayal kırıklığına uğramayın.

Çölde Çay veya Esirgeyen Gözkyüzü, ismini çok defa duyduğum, filme de aktarılmış ve çok merak ettiğim bir romandı. Neyse, önce romanın konusundan bahsedeyim. Sonlara doğru spolier olabilir:)


Çöl, her türlü zorluğa rağmen,Kit ve Port'a eşsiz bir macera vaad etmektedir...

Kit ve Port 26 yaşlarında Amerikalı bir çifttir. Yakın arkadaşları Tunner’ı da alıp Kuzey Afrika’ya macera dolu bir yolculuğa çıkarlar. Romanda merak uyandıran şey olaylardan ziyade kişiler arası ilişkiler. Öncelikle Kit ve Port’un ilişkisini anlamlandıramıyoruz, uzun zamandır birlikte olan genç bir çift ancak ayrı odalarda kalıyorlar, mesafeli gibi görünen bir ilişkileri var, aralarındaki ilişki belirsiz. Kit zayıf bir kişilik çiziyor. Port çalışmayan, güvensiz ve güvenilmez biri. Tunner, ilk tanıştıklarından beri sürekli Kit’e kur yapan yakın arkadaşları.

Bir gece Port otel odasına gelmez, o geceyi dışarıda bir Arap kızıyla geçirir, (hem de neredeyse hiç suçluluk duymadan), Kit ertesi gün ona nerede olduğunu bile sormaz, ama sonunda Port'un ortadan kaybolduğu bir an, sürekli peşinde olan Tunner’a yenilerek onunla birlikte olur ve pişman olur. Port da artık Tunner’ın karısına olan ilgisinden rahatsızlık duymaya başlamıştır. Bir şekilde Tunner’ı başlarından atmaya karar verirler, kaldıkları otelde tanıştıkları anne-oğulun arabalarında Tunner’a bir yer ayarlayıp onunla bir sonraki duraklarında buluşmaya söz verirler, ancak bu sözü tutmazlar tabii. Bu arada Port hastalanır, hastalığı çok ciddidir, geldikleri El Ga’a kentinde Tifo salgını da olduğundan önce kalacak yer bulamazlar, birkaç askerin yardımıyla garnizona kabul edilirler, yerleştirildikleri küçük odada Kit Port’un başından ayrılmaz, ona bakmaya çalışır. Port pasaportunu bir önceki kentte kaybetmiştir, bir şekilde pasaportu bulan Tunner, askeri ilişkilerle Port ve Kit’e ulaşır. Bu sırada Port ölür. Kit soğukkanlılıkla eşyalarını toplar, Tunner’a da görünmeden oradan kaçar. Kitabın son bölümü, son 40 sayfa, Kit’in kaçmaya çalışırken başına gelen korkunç olayları anlatıyor, yoksa Kit’in erotik maceralarını mı diyelim? Konuyla alakasız saçmalıklar silsilesi...


Kit, El Ga'a'dan kaçmak için, deve kervanıyla yolculuk eden iki adamın peşine takılır...


Son zamanlarda okuduğum en kötü romanlardan biriydi, bir kere karakterler "ne idüğü belirsiz" ve yüzeyseldiler. Olay örgüsü deseniz “olay” diye bahsedilebilecek bir şey yok. Felsefi deseniz yine bir şey bulamadım. Özellikle kitabın son bölümü mide bulandırıcıydı. Yazar bunu niye yazmış merak ettim. Hayal kırıklığı…

Resim 2:http://www.garantitakvim.com/i/content/55_1_Fas-Gezisi_275x345px.jpg
Resim 3:http://www.kacsene.com/resimler/5/9268-kar-yagan-col-1.jpg

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Profesör – Charlotte Brontë



Bronte kız kardeşlerin romanları her zaman ilgimi çekmiştir. En büyük kız kardeş olan Charlotte Bronte’nin daha önce Jane Eyre isimli romanını okumuştum. Zaten kendisinin toplamda 4 adet romanı var. Profesör isimli bu roman da aslında yazarın ilk romanı, ancak daha önce yayınlatamadığı romanı, eşi o öldükten sonra yayınlatıyor. Zaten Profesör, Jane Eyre’den bile başarılı bulunan Vilette isimli son romanının bir ön taslığı olarak değerlendiriliyor.

Romanın konusunu anlatmadan önce biraz Charlotte Bronte’nin hayatından bahsetmem gerekir. Mina Urgan, İngiliz Edebiyat Tarihi kitabının dördüncü cildinde Bronte’ler hakkında geniş bilgi vermiş. Charlotte Bronte, 1816’da İngiltere’de bir papazın en büyük çocuğu olarak doğar, iki kız kardeşi ve bir erkek kardeşi daha olur. Bu dört çocuk da edebiyata meraklıdır, ıssız bir yerde bir papaz evinde yaşadıkları için tek eğlenceleri yazmaktır. Ancak o yıllarda saygın bir genç kadın için para kazanmanın belki de tek yolu mürebbiyelik yapmaktır, bu nedenle kendilerini geliştirebilmek ve dil öğrenebilmek için Charlotte ve Emily Bronte Brüksel’de bir okula giderler. Bu okulda 8 ay kalıp Fransızca öğrenirler. Ancak bu deneyimin Charlotte için en büyük etkisi aşkla tanışması olur. Charlotte burada okul müdürü ve öğretmeni Bay Heger’e aşık olur, bu adam evli çocuklu ama entelektüelliğiyle Charlotte için çok çekici bir adamdır. Charlotte aşkını gizli tutar ancak hocasıyla mektuplaşır. Daha sonra İngiltere’ye 1846’da dönüp kız kardeşleriyle birlikte yazdıkları romanları erkek isimleriyle bastırırlar. Bu arada mürebbiyelik de yapar Charlotte. 1849’da üç kardeşini de sırayla veremden kaybetmiştir. 1854 yılında 38 yaşındayken babasının yardımcılarından Nicholls isimli bir genç ile evlenir, çok mutlu olur ancak evlendikten 9 ay sonra kendisi de hayatını kaybeder.


Bronte ailesinin yaşadığı, Haworth'taki, önünde mezarlık olan kasvetli papaz evi.

Profesör’ün konusuna gelecek olursak; William Crimsworth eğitimini yeni tamamlamış, ağabeyi ve görüşmediği dayıları dışında bir akrabası olmayan genç bir delikanlıdır. Hayata atılma zamanı gelmiştir, önce ağabeyinin yanına gider çalışmak için, ancak ağabeyi kötü karakterlidir ve burada bir süre kalıp çalışmayı denediyse de onuru nedeniyle bırakmak zorunda kalır. Bu kasabada tanıştığı Hundsen isimli varlıklı ancak küstah bir adamla tanışır, Crimsworth’un onurlu karakterinden etkilenip onun Belçika’da öğretmenlik yapmasını önererek onu yakın bir dostuna gönderir. Crimsworth buranın tek çaresi olduğunu bilerek tüm gücüyle çalışır, herkesin takdirini toplayan bir öğretmen olur. Kızlar okulunda verdiği dersler sırasında kendisi gibi mütevazi, ancak kararlı ve onurlu dantel hocası Frances Henri ile tanışır, bu genç kız öğretmen olmasına karşın sınırlı bir eğitime sahiptir, kendisi için daha iyi yerlere gelebilmesi için gelişmesi şarttır, bu nedenle okul müdiresi onun Crimsworth’ün verdiği İngilizce derslerine girmesine izin verir. Frances ve Crimsworth arasında bu şekilde bir yakınlık başlar. Aralarındaki ilişki her zaman bir öğretmen öğrenci ilişkisinin saygı ve otorite çerçevesinde olmasına rağmen, bu bir aşkın doğuşuna engel değildir.


William ve Frances sonunda muratlarına erer:)

Ben kitabı beğenim, kesinlikle hiç sıkıcı olmayan, hoş bir kitaptı. Yalnız, çiftin hayatındaki bütün gelişmelerin anlatıldığı son 20-30 sayfa olmasa daha iyi olurdu, yani okur sadece çiftin hayallerine kavuştuğu, hayatlarının mutlulukla devam ettiğini bilse, roman orada bitse bence daha etkileyici olurdu. Hele Hundsen ile ilgili ayrıntılar gereksiz geldi bana.

Yazarın kendi deneyimlerinden, özellikle Brüksel’deki okulundan ve Bay Heger’e karşı duyduğu aşktan edebi anlamda oldukça etkilendiği açık. Frances ve William arasındaki ilişkinin evlendikten sonra bile neredeyse öğretmen-öğrenci ilişkisi içinde devam etmesi de ilginçti.Yazar ayrıca gerekli gereksiz sık sık bazı kelimelerin parantez içinde Fransızcalarını da vermiş, bu da ilginç bir ayrıntı. Kısacası, keyifle okunacak akıcı ve hoş bir hikaye, tavsiye ederim.

Resim 1:http://static.guim.co.uk/sys-images/Guardian/Pix/pictures/2012/1/30/1327933241590/Charlotte-Bront--007.jpg
Resim 2: http://www.jasa.net.au/images/haworth.gif
Resim 3: http://lowres-picturecabinet.com.s3-eu-west-1.amazonaws.com/43/main/45/123805.jpg
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...