29 Aralık 2014 Pazartesi

Çekiliş Sonucu

Öncelikle çekilişe katılan herkese çok teşekkür ederim, ayrıca güzel sözleriniz beni çok mutlu etti. Kusura bakmayın çekiliş sonucunu 27 Aralık'ta açıklayacağımı söylemiştim ama ben bunu ocak 2015 takvimine bakarak söylemişim:)) Evet, kazanan arkadaşımız Serpil Erol, tebrik ederim. Bu sefer yıl sonu dalgınlığı olacak e-mail adreslerini istemeyi unutmuşum ama inşallah bir sorun çıkmaz da talihlimiz talihli olduğundan haberdar olabilir:) Herkese şimdiden iyi yıllar dilerim, seneye görüşürüz:))

Resim: http://www.whistlerwag.com/wp-content/uploads/2014/12/santa-claus-a.jpg

27 Aralık 2014 Cumartesi

Yeni yılda hem her şeyden haberiniz olsun hem de moda ve yeni keşifler sizden sorulsun!

Haberleri takip etmek için kullanılabilecek en iyi uygulama Hürriyet E-gazete olsa gerek. Hem basılı gazete okuma keyfini yaşarken, hem de güncel haberlere ulaşabilme imkanı sunuyor. Uygulamanın son güncellemeleri ile de; hava durumuna, burcuma, finans haberlerine ve sinema rehberine ulaşabiliyorum. Hürriyet E-Gazete'nin en güzel yanı da (sona sakladım) bir sonraki günün haberlerini 00:00'da alınıyor olması. 


Şimdi de sizi Hürriyet E-gazete'nin yılbaşı paketi ile tanıştırmak istiyorum. Bu pakette Hürriyet E-Gazete'nin yanı sıra, Elle ve Atlas dergilerinin dijital kopyası var :) 



Haberleri ve gündemi hem gazete okuma keyfini yaşayarak takip etmek isteyenler, hem de ben gazetemi okurken bir yandan da falıma da bakarım, filmlerden de haberim olur diyenler yılbaşı paketini kaçırmasın derim! Hem de kısa bir süre için sunulan bu paketi alıp, gazete keyfini sürerken modayı Elle ile takip de edebilir, Atlas okuyarak da farklı keşifler yaşayabilirsiniz. 


Yeni yılda sevdiklerine sevdiğin şeyleri hediye etmek de adettendir. Siz de arkadaşlarınıza ve gazetesiz olmaz diyen aile üyelerinize 6 aylık veya 1 yıllık versiyonları olan Hürriyet E-Gazete paketlerinden birini hediye edebilirsiniz. Her gün kullandıkça sizi hatırlasınlar:)


Daha ayrıntılı bilgi almak için sitelerini ziyaret edebilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

25 Aralık 2014 Perşembe

Sınır Tanımayan Cesetler – Amélie Nothomb

Amélie Nothomb gerçekten sevdiğim bir yazar. Geçenlerde migrosta bir çok “çok satan” romanın 5 TL’ye satıldığı bir kampanya vardı. Nothomb’un 2 romanın buldum burada, biri “Kış Yolculuğu” biri de buydu. 113 sayfalık bu romanın konusu şöyle;

Bir sabah bir yabancı Bay Bordave’ın evine gelip arabasının bozulduğunu ve telefonu kullanıp kullanamayacağını sorar. Bay Bordave adamı içeri buyur eder, ama yabancı telefon numarasını çevirirken birden kalp krizi geçirip ölür. Ancak bu çok şüpheli bir durum gibi gözüktüğünden Bordave kimseye haber vermez, hatta çok sıkıcı bir hayatı olduğunu düşündüğünden evinde ölen yabancı Olaf Sildur’un neredekaldığına bakmaya karar verir ve bir takım yanlış anlamalar sonucu adamın karısı tarafından beklenen önemli bir misafir zannedilir. Böylece Bordave yeni bir hayata adım atmış olur.

Konu çok merak uyandırıcı olmasa da yazar gerçekten bu basit konuyu öyle güzel işlemiş ki ortaya okunmaya değer bir kitap çıkıyor. Romandan ziyade uzun hikaye denebilir aslında biraz tek boyutlu olduğundan. Sırada yazarın diğer kitapları var, keyifli okumalar:)

20 Aralık 2014 Cumartesi

Yılbaşı Çekilişi Var:)

Eveeet, bir çekilişle daha karşınızdayım. Yeni yıla sayılı günler kalmışken ben de ufak bir çekiliş yapmak istedim. Çekilişimizin sonucunda kazanana iki kitap; Alice Munro'dan Bazı Kadınlar ve Mark Watson'dan On Bir isimli kitaplar, ile 1-2 küçük sürprizi içeren bir paket gönderilecek.

Katılmak için yapmanız gereken izleyicim olmak ve blogumdaki kitap inceleme yazılarından birini facebook, twitter veya google+'da paylaşarak linkini yorum olarak bırakmanız. Son katılım tarihi 26 Aralık olup, kazanan 27 Aralık'ta duyurulacaktır. Çekiliş sonucu random.org ile belirlenecektir. Herkese iyi şanslar:)

Not: İzleyiciler widgeti çalışmadığı için, blogumu blogger'dan izlediğiniz bloglara "ekle" butonunu tıklayarak da ekleyebilirsiniz.

18 Aralık 2014 Perşembe

Fark etmemişim, bilmiyordum - Şile Kitabı ~ Feridun Oral


Feridun Oral aslında öncelikle muhteşem bir ilüstratör, aynı zamanda çocuk kitabı yazarı, bu konuda ödül almış bir sanatçı. Seramik, heykelcilik gibi farklı dallarla da ilgileniyor. Bebeklerim henüz küçük ama ileride birlikte okumak için Feridun Oral'ın bir kaç kitabını şimdiden kütüphanemize kattık, çizimler o kadar güzel ki, örneğin "Meyveleri Kim Yemiş?" isimli kitabın her sayfasını çerçeveleyip duvara asmak geliyor içinizden, "Benekli Faremi Gördünüz Mü?" ise o kadar tatlı bir kitap ki, her elime alışımda sonuna kadar okumadan edemiyorum:))

Yalvaç Ural'ın yazıp Feridun Oral'ın resimlediği Mırname isimli kitaptan bir çizim... muhteşem:)

Eminim zaman içinde kendisinin bütün kitaplarını toplayacağım:) Bu kitap ise büyükler için yazılmış. Aslında belki de "sanat günlüğü" gibi bir isim verilebilir buna. Yazarımız Şile'de yaşadığı, gözlemlediği çeşitli olay ve durumları resimleyerek anlatmış. Gerçekten gerek 27x20 cm boyutları ile gerek içeriği ile sıradışı bir kitap. 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmış. O güzel çizimlere bakarak huzurlu vakit geçirmek isterseniz mutlaka alın:)Bu arada benzer bir tür olarak Aysun Berktay Özmen'in İş Bankası Yayınları'ndan 2010 yılında çıkmış olan "Bir Ressamın Bahçe Güncesi" kitabını da öneririm, ancak o, isminden de anlaşılacağı gibi, daha çok bahçecilik üzerine, keyifli okumalar!:)


Unutmadan şunu da ekleyeyim, yazarımız 2011 yılında "Meraklısına Atölyeden Temiz" isimli bir sergi açarak atölyesini izleyiciye açmış, işte o sergiden bazı resimleri buradan görebilirsiniz.

Resim 1: http://www.tersninja.com/wp-content/uploads/2011/04/Feridun-Oral.jpg
Resim 2: http://www.birdolapkitap.com/wp-content/uploads/2012/04/mirname-1.jpg

16 Aralık 2014 Salı

Harika Bir Çekiliş Haberi

Severek takip ettiğim bloglardan biri olan İlknur Akpınar'ın blogunda harika bir çekiliş var, siz kitapseverlere duyurmadan edemedim. Yılbaşına sayılı günler varken kendisi son derece cömert bir çekiliş düzenlemiş, neler yok ki? Ayşe Kulin'in "Foto Sabah Resimleri" mi dersiniz? Ahmet Ümit'in "Sis ve Gece"si mi dersiniz? Hele hele Deeptone'un meşhur kitabı "Sade ve Derin" mi dersiniz? Toplamda altı harika kitap hediye ediyor sevgili İlknur Akpınar. Katılım şartları için buyrunuz. Herkese iyi şanslar! :)

10 Aralık 2014 Çarşamba

Maurice – E. M. Forster

Edward Morgan Foster 1879-1970 yılları arasında yaşamış olan İngiliz romancıdır. Yazarın toplam 6 romanı olsa da oyunları ve çok sayıda öyküsü de bulunuyor. Gerçeklik, modernizm ve sembolizm akımlarından sayılıyor eserleri. Ben yazarın romanlarından uyarlanmış olan Manzaralı Oda ve Howard’s End isimli filmleri izlemiştim.

Yazar Maurice’I 1913-1914 yılları arasında yazmış ve kitap ancak 1971 yılında kendisi öldükten sonra yayınlanabilmiş. Kitabın otobiyografik öğeler taşıdığı biliniyor.

Ben İletişim Yayınları’ndan 1994 yılı baskısını okudum. Kapağında, romanın film uyarlamasında Durham’I oynayan Hugh Grant var. Kitap 239 sayfa.

Maurice babasının vefatından sonra iki kız kardeşi ve annesiyle rahat bir yaşam sürmektedir, üst tabakaya mensup, biraz kendini suyun akışına bırakmış, zihnini fazla zorlamayan bir gençtir. Cambridge’de okurken Clive Durham isimli kendisi gibi seçkin, yine kendisi gibi annesi ve kardeşleriyle yaşayan bir gençle tanışır. Ondan çok etkilenir, dış görünüş olarak eli yüzü düzgün ve sevimli denebilir ancak Maurice’in aksine zihnini yormayı, düşünmeyi, tartışmayı seven, etrafını sırgulayan bir gençtir. Önceleri çeşitli konularda sohbet etmekle başlayan ve derinleşen arkadaşlıklarına zamanla başka bir duygu daha karışır. Maurice bunun ne olduğunu anlayamaz bir türlü ama sorgulayıcı Durham bir gün pat diye “seni seviyorum” itirafında bulununca allak bullak olur. Ama sonra o da Durham’I sevdiğini anlar. Böylece ilişkileri başlamış olur. Ancak bitemez gibi görünen bu derin aşk Durham’ın eşcinsel eğilimlerinin sona erdiğini fark etmesi ve başkasını –bir kadını- sevdiğini anlamasıyla son bulur. Bu Maurice’ekorkunç bir darbe indirir ve “acaba ben de heteroseksüel olabilir, normal hayata dönebilir miyim?” diye düşünmesine sebep olur. Çünkü o zamanlar eşcinsellik bir suçtur aynı zamanda. İşte bütün bunlar Maurice’in hayatını inişli çıkışlı bir hale getirir.

Ben romanı beğendim, yalnız sonları belki daha sürükleyici olabilirdi, sanki biraz uzamış gibi. Özellikle Maurice’in yeni evli Durham çiftinin evi olan Penge'ye sık gidip gelişleri ve oradaki sohbetler beni biraz sıktı, konu biraz uzamış gibi geldi.
Kitap, buna kesin bir mutlu son denemese de ‘olabildiğince’ mutlu sonla bitiyor.

Filmden bir kare...

Yazar bu konuda ;
“Mutlu son zorunluydu. Yoksa bu kitabı yazmazdım. Hiç değilse edebiyatta iki erkek birbirlerine aşık olsunlar ve edebiyatın izin verdiğince sonsuza dek öyle kalsınlar istedim…,” demiş.
Yazarımız acaba Maurice mi? Maurice’in annesi onu bazen “Morrie” diye çağırıyor ki bu sesleniş pekala yazarın ikinci ismi Morgan için de uygun bir sesleniş.

Kitabın 1987 yapımı bir de fimi var. Genç Hugh Granti görmek isterseniz, güzel bir film:) Keyifli okumalar ve iyi seyirler:)

Resim 1:http://images.popmatters.com/news_art/b/book-greatunrecorded-splsh.jpg
Resim 2:http://cdn.mhpbooks.com/uploads/2013/06/maurice.jpg

4 Aralık 2014 Perşembe

Deli Aşk- Peride Celal

Uzun zamandır aradığım bu kitabı Beyoğlu Sahaf Festivali’nde bulunca çok sevindim. 2002 yılında Can Yayınları’ndan çıkmış olan kitap 70-80’li yılların sonunda geçiyor. 45 yaşındaki Elif, hırslı ve adı bilinen gazeteci Cem ile evlidir. Cem’e deliler gibi aşık olsa da evlilikleri adamın sürekli sadakatsizliklerinden dolayı kopma noktasındadır, aşırı hassas bir kadın olan Elif önceleri her hayalkırıklığında Fransa’da babasından kalma daireye koşarken, bu gidişler bir süre sonra –özellikle Elif’in Kristof’la tanışmasından sonra- temelli hale gelir. Cem de aslında Elif’i sever ancak onun evlilik anlayışı ve hayat görüşü karısınınkinden başkadır. Elif gibi aşırı hassas ve çok aşık bir kadın için Cem’le hayat neredeyse cehennem gibidir. Kitap daha çok Elif’in Fransa’daki hayatını ve bir taraftan kocası Cem’e olan umutsuz aşkı ile tam çözemediği Kristof ile olan dostluğu arasında yaşadığı kafa karışıklığı üzerinde duruyor. Tabi aynı zamanda Cem’in İstanbul’daki hayatı, Elif’in teyze kızı Sibel’in bu ilişkilerdeki etkinliğinden da bahsediyor.

Elif'in kahve konyak keyfi yaptığı Paris kafelerinden biri..:)

Ben kitabı çok beğendim. Yazarın daha önce Güz Şarkısı isimli kitabını okumuştum, orada da duyarlı bir kadının aşk ve hayata karşısınaki hayal kırıklığı anlatılıyordu, burada da öyle. Gerçi burada neredeyse kendini kaybetmiş olan Elif’in huzursuzluğu oldukça yoğun, hatta ‘kara yüzlerin kara yalanları, yüreğimi zehirleyen yılan, kirli yalanlar, yolsuzluklar, cinayetler’ vs. diye sürekli tekrarlarla neredeyse boğucu oluyor, ama herhalde yazar bu boğulmuşluk hissini verebilmek için baş vurmuş bu tekrarlara. Özellikle sonuyla da vurucu bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Adına bakıp ‘basit bir aşk kitabı’ deyip geçilecek bir roman değil, tavsiye ederim.

Elif'in hayran olduğu (2014 Nobel Ödüllü:)) Patrick Modiano

Güz Şarkısı’ndan daha çok beğendiğim bir roman oldu. Özellikle Paris’teki bohem hayata da yer vermesi kitabı daha keyifli hale getirmiş. Bir de yazar Modiano’dan bahsediliyor sık sık, onu da merak ettim, okuma listeme ekledim.
Bu arada Patrick Modiano'nun 2014 Nobel Ödülünü aldığını da ekleyeyim:)Keyifli okumalar.





Resim 2:http://media-cache-ak0.pinimg.com/736x/48/65/63/4865633ad2e3463e4eccc28029fec2a1.jpg
Resim 3:http://www.babelio.com/users/AVT_Patrick-Modiano_9958.jpeg

30 Kasım 2014 Pazar

Sfenks’in Gözleri – Erich von Daniken

Bir sahaf gezisi sırasında rastaladığım 1990 basımı bu kitap Mısır’ın gizemlerine olan merakım nedeniyle beni görür görmez cezbetti. Üstelik bol resimli tarzı nedeniyle biçim olarak da kolay okunur gözüküyordu. Erich von Daniken zaten herkesin çok iyi bildiği bir isim ama ben onun Mısır’a olan merakını bilmiyordum, zaten itiraf edeyim daha önce de bir kitabını okumuş değilim ama:)

Kitap 4 bölümden oluşuyor, “Hayvan Mezarlıkları ve Boş Mezarlar”, “Kaybolan Labirent”, “Adı Olmayan Dünya Harikası”, “Sfenks’in Gözleri”. Yazar bu başlıklarda yer alan dört gizem için, gerek yerinde incelemere, gerek Heredot, Strabon ve benzeri tarihçilerin binlerce yıl önceki yazılarından karşılaştırmalar yapmaya kadar geniş bir araştırma sonrasında durumu bir de kendi yorumluyor. Zaman zaman ilginç şeylere rastlansa da açıkçası beni çok sarmayan bir kitap oldu. Bunun bir sebebi yazarın tarzı sanırım, yazar pek sistematik olmayan bir şekilde anlatıyor ve gereksiz ayrıntılara yer verebiliyor, bud a konsantrasyonu güçleştiriyor. Bazen o kadar laf kalabalığı arasında vurgu yapılmak istenen yeri kaçırabiliyorsunuz. 300 sayfalık bir kitabı okumam bu nedenle oldukça uzun sürdü. Bir de yazarın öne sürdüğü şeylerin çok büyük bir kısmı yorumdu, daha elle tutulur deliller olabilir miydi, kitap daha vurucu hale getirilebilir miydi diye düşünüyorum doğrusu.

Kısacası konuyla ilgili orta düzeyde bilginiz varsa belki bu kitaptan daha fazla zevk alabilirsiniz, beni çok tatmin etmedi ama kötü de sayılmaz. Geçer not veriyoruz ve yazarımızı uğurluyoruz :)

24 Kasım 2014 Pazartesi

Bir Başka Ülke - James Baldwin

Özellikle New York üzerine en önemli romanlardan biri kabul edilen Bir Başka Ülke, 2005’te Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış. Yazar ise kitabı 1961 yılında yazmış, kitabın ilginç bir özelliği de yazarın kitabı İstanbul’da tamamlamış olması. Wikipedia’dan ilginç bir bilgi;

“Aktör ve tiyatro yönetmeni Engin Cezzar'ın yakın arkadaşı olan Baldwin, Cezzar'ın anılarına göre 1962'de yayınlanan ‘Bir Başka Ülke’ romanını İstanbul'da, Engin Cezzar - Gülriz Sururi çiftinin evinde tamamlamıştır.”

James Baldwin ve Engin Cezzar’in mektuplarından oluşan‘Dost Mektupları’ adında bir de kitap da mevcut zaten.
Arka kapakta şöyle denmiş;
“1950’li yılların New York ve Paris’inde geçmesine karşın bugün de ‘yaşayan’ bir roman… Amerika’lı zenci yazar James Baldwin (1924-1987) İstanbul’da tamamladığı Bir Başka Ülke’de bu kente dair hiçbir iz yok, ama caz müzisyeni Rufus’a, kızkardeşi Ida ve yazar Vivaldo, eşcinsel Eric ve Fransız sevgilisi Yves’e, Greenwich Village’da yaşayan evli çift Cass ile Richard’a ve romanın diğer unutulmaz karakterlerine bugün Beyoğlu’nda yürürken de rastalayabilirdiniz. Bir Başka Ülke bu denli sahici ve çağdaş.”


Roman 444 sayfa. Ben önce 180 sayfa kadar okuyup bir kenara koymuştum, dili güzeldi ama beni pek sarmamıştı, arada birkaç başka kitap okuyup bir kere daha aldım elime romanı ve bu sefer 2 gün gibi bir sürede bitirdim. Dört bölümden oluşan kitap önce belki de romanın kilit ismi olan Harlem’li zenci şarkıcı Rufus Scott’in hikayesi ile başlıyor. Başarılı ve sevilen bir müzisyen olsa da bir zenci için hayat zordur, içki ve uyuşturucuya da batan Rufus’un tek dayanağı ise müzik ve en yakın arkadaşı olan İrlanda’lı yazar adayı Vivaldo’dur, ancak o bile arkadaşına tutunacak bir dal olamaz nihayetinde.

Vivaldo’da benzer bir çıkmazdadır, yazar olmayı kafasına koymuş ancak bir türlü istediği şekilde yazamayan ve Rufus’la olan arkadaşlığı dahil bir çok konuda kafası karışık biridir. -Spoiler:)- Rufus’un ölümüyle onun kızkardeşi olan Ida ile yakınlaşır ve kıza aşık olur, ancak ilişkilerinde bir türlü siyah-beyaz ayrımını aşamazlar, aralarında hep görünmez bir engel vardır. Diğer taraftan Vivaldo, lisedeki edebiyat öğretmeni olan Richard ve eşi Cass ile yakın dosttur. Ancak burada da kitabı basılmış bir yazar olan Richard’a karşı dostluk ve kıskançlık duyguları arasında bocalamaktadır.

Üçüncü bölüm bir zamanlar Rufus’la garip bir ilişkisi olan eşcinsel (ve sık sık vurgulandığı gibi –ırkçılığın yoğun olduğu- güneyli) aktör Eric ve onun Fransız erkek arkadaşı Yves’i konu alır.Eric aldığı bir teklif üzerine Fransa’dan Amerika’ya gelir, ancak Yves’i geride bırakmak zorunda kalır bir süreliğine. Amerika’ya döndüğünde bu sıkı fıkı arkadaş grubunca çok sıcak karşılanır ama gelişi bu ilişkilerin dengesini alt üst eder.

Son bölüm ise bu karman çorman olmuş ilişkiler yumağının çözülüşü üzerinedir.


Yazarın hayatına bakarsak romanı daha iyi anlayabilmek mümkün. Yaşadığı dönemde Harlem’li bir zenci ve eşcinsel biri olarak hayatının zor olduğunu tahmin edebilirsiniz. Baldwin hep yazmış, özellikle yine eşcinsel aşkı anlattığı Giovanni’nin Odası ve ardından Bir Başka Ülke ile büyük beğeni toplamış. 10 yıl süreyle Paris ve İstanbul ağırlıkta olmak üzere Avrupa’da yaşamış. 1983 yılında Massachusetts Üniversitesi’nde profesör olmuş, 1987’de de Paris’de vefat etmiş.

Romanın en çok üzerinde durduğu nokta zencilerin hayatlarının zorluğu ve insanların cinsel kimlik arayışları. Son derece akıcı ve merak uyandırıcı olsa da kitap biraz rahatsız edici gelebilir, karakterlerin hemen hemen hepsi dibe vurmuş, kendi mutsuzluklarına gömülmüş durumda çünkü. Her ne kadar karakterler gerçekçi olsa da bu kadar uçlarda kişilerin bir araya gelişi gerçekçi değil. Hele hele üçüncü bölümde hem Vivaldo’nun İda ile ilişkisinde yaşadığı hem de Cass’ın Richard’la ilişkisinde yaşadığı durumların paralelliği kurgu için kurtarıcı bir çözüm sunmuş olsa da doğallığı bozmuş bence. Diğer taraftan karakterler arasındaki ‘farklı nitelikteki’ cinsellik bazlı ilişkilerin de anlatımı öyle sırayla ki adeta ‘bakın böyle de olabilir, şöyle de olabilir veya bu da var’, diyor sanki yazar. Özetlemem gerekirse yazarın anlatımını, duyguları ifade tarzını çok beğendim ancak kitap benim için biraz rahatsız ediciydi.

Resim 2:http://fusionanomaly.net/bigjaymcneely1951losangeles.jpg

19 Kasım 2014 Çarşamba

Uyandığında - Hillary Jordan

Yapı Kredi Yayınları’ndan 2012’de çıkmış olan kitapla tam da distopik okumaların devam ettiği bir sırada karşılaşmam güzel bir rastlantı oldu. Yazarın ikinci romanı olan Uyandığında 305 sayfa. Konusu şöyle; yakın bir gelecekte geçen romanda Amerika bir din devleti haline gelmiştir ve suçlular suçlarının türüne göre belli süreler için derilerinin renklendirilmesi suretiyle cezalandırılmaktadır. Hannah da aşırı dinci bir aileden yetişmiştir ancak Amerika çapında oldukça meşhur olan Tutuşmuş Söz Kilisesi’nin başındaki genç ve evli peder Aidan Dale’e aşık olmasıyla herşey karışır. Ancak Hannah’ın duyguları karşılıklıdır ve bir gün bir şekilde ilişkileri başlar, yasak aşk Hannah’ın kürtaj yaptırması ile son bulur. Kürtaj yaptırdığı öğrenilince ise 16 yıl boyunca derisinin kırmızı boya ile renklendirilmesi cezasına çarptılırılır. Ailesi tarafından dışlanması bir tarafa hayat renkliler için çok zordur, sürekli taciz edilir, kalacak yer bulamaz. Önce babası ve Aidan Dale’in yardımıyla bir rehabilitasyon evinde kalır, burada Kayla isimli bir kızla tanışır ve birlikte oradan kaçarlar.Macera da burada başlar. Acaba Hannah bunca acıya rağmen unutamadığı Aidan’ı tekrar görebilecek midir? Esaret dolu hayatında özgürlüğü yeniden tadabilecek midir?

Başta ilginç konusuyla kitap bende merak uyandırdı ancak renkliler konusu kitabın merkezini oluşturmuyor, yani gelecekte geçse de buna bir bilim kurgu demek zor. Daha çok Hannah’ın duygularına odaklanılmış. Kötü denemez ama açıkçası pek beğendiğim bir kitap olmadı. Keyifli okumalar.

13 Kasım 2014 Perşembe

Korkma Ben Varım - Murat Menteş

Murat Menteş 1974 doğumlu genç bir yazar. Bisiklet tamirciliği yapmış, boks yapmış,ilginç bir kişilik. Bir de yakın zamanda siyasi tutumuyla gündeme geldi, gerçi ben takip etmedim ama.Korkma Ben Varım, 2009 yılında çıkan ilk romanı Dublörün Dilemması isimli romanıyla beğeni toplayan yazarın ikinci romanı.

Arka kapakta şöyle diyor;'Gönül İşleri Bakanlığı'nda basınmüşaviri dövüş ustası Fu.Başkalarının intikamını alarak hayatını kazanan Gıcırbey. Tarih öğretmeni dilber Şebnem Şibumi. Padişah yorganları satıcısı Enver Paşa.Dul gangster Hayati Tehlike. ...Korkma Ben Varım'ın her sayfası sürprizlerle dolu. Aşk,dostluk,intikam, yalnızlık ve şiddetin ustaca harmanlandığı roman olağanüstü bir enerji saçıyor.'

Murat Uyurkulak ise romanla ilgili şöyle demiş;' Bu kitap karnaval sırasında başgösteren bir bombardımana benziyor.'

424 sayfalık roman Gönül İşleri Bakanlığı'nda basın müşaviri olarak çalışan Fuat Tufa'nın anlatımıyla başlıyor,Afrika'da tatilde olan Fuat,22 şeyhten oluşan bakanlık heyetinin öldürüldüğü bir rüya görür, hemen bakanlığı arayarak uyarıda bulunur ancak uyarısı ciddiye alınmaz. Ertesi gün rüyası gerçek çıkar,şeyhler öldürülür.Fuat çok üzülür tabi ama uyarısını ciddiye almayan bakanlık çalışanlarına öfkesi de büyüktür. Bir gün tesadüfen 'intikamınız alınır' şeklinde birilan görür,ilan sahibiyle görüştüğünde bunun okul arkadaşı Müntekim Gıcırbey olduğunu öğrenir. Sonra Müntekim'in hikayesine karışırız. Müntekim'den,kendisinikovan patronundan intikam almak üzere Müntekim'e ulaşan Şebnem Şibumi'ye geçeriz. Şebnem'den, ona deli divane aşık olan Enver Paşa- nam-ı diğer Hayati Tehlike'ye bağlanırız.Bu kişiler aynı zamanda birbirleriyle de ilişkilidir. Roomanın sonunda da hikaye çözülür, herşey açıklığa kavuşur.

Yazar için 'romanların Tarantino'su' şeklinde bir yorum yapılmış,bence gerçekten de doğru.Ben açıkçası romanın hızına yetişmekte,karakterleri takip etmekte zorlandım. Süslü cümleler,özlü sözler ve manidar kahraman isimleri beni biraz yordu, bana pek hitap etmedi.Ama seveninin çok seveceği,özgün bir tarz. Kurguyu beğendiğimi ekleyeyim, belki bana hitap eden bir tarzda yazılsaydı çok beğenebilirdim. Enver'in Şebnem'e yaptığı jestler, aşka yaklaşılan her adımda verilen kupon fikri de kitaptaki beğendiğim kısımlardan oldu. Bu arada romanın Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ödül aldığını da ekleyeyim. Yazarın Ruhi Mücerret kitabı okunmak üzere rafta bekliyor, onu da çok merak ediyorum. Keyifli okumalar.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Ütopya - Thomas More

Distopik Okuma ayına ben distopik değil de ütopik bir kitapla katılıp hoş bir tezat yaptım:)) Adını çok duyduğum merak ettiğim Ütopya kitabı kadar yazarı Thomas More da merak uyandırıcı benim için. Hayatı öyle ilginç ki, 1478-1535 yılları arasında yaşamış, humanistliği ile tanınmış biri. 1516 yılında yazmış olduğu Ütopya isimli eseri kült mertebesine çıkmış bir roman. Ütopya, ütopik kelimeleri de buradan çıkmış zaten. Wikipedia’da şöyle yazılmış;

“More, Yunanca yer anlamına gelen sözcüğün önüne iyi anlamına gelen "eu" ve yok anlamına gelen "ou" takılarını birlikte çağrıştıran bir hece getirmiş, böylece aynı anda "iyi yer" ve "yok yer", yani "olmayan yer" anlamını taşıyan bir tür cinasyapmıştır.”

Yani More, burası iyi bir yer ama böyle bir yer yok demiş:)

Ütopya’nın önsözünde anlatıldığı üzere Thomas More, hukuk eğitimi almış, yargıçlık yapmış, her zaman sosyal adaleti savunmuş, ölüm cezasına karşı olan çok humanist biriymiş, kral VIII. Henry onu çok beğeniyormuş ve danışmanı yapmış. Sör ünvanı almış, avam kamarasına başkanlık etmiş. Ancak VIII. Henry, karısından boşanıp Anne Boleyn ile evlenebilmek için Katoliklikten çıkıp kilisenin başı olmak üzere “act of supremacy” yasasını çıkartıp ünlü kişilerden de kendi çıkardığı yasaya boyun eğeceklerine dair and içmelerini istiyor, Thomas More ise bunu kabul etmiyor ve bir bahane ile tutuklanıyor. Bir söylentiye göre kendisini seven ve değer veren kral and içmeyi kabul etmesi için onu ikna etmeye de çalışlıyor ama More bunu da kabul etmiyor, son ana kadar pişman olursa affedileceği söylendiği halde hiç birini kabul etmiyor. Ancak idam edilmek üzere götürüldüğünde bile çok neşeli ve esprili kalabiliyor.


Esere gelirsek, More kitabında, ideal bir ülke olarak yarattığı Ütopya’yı her açıdan ele alıyor. Yönetimi, halkı, yaşayışı, suçu önleme şekli, suçlulara karşı davranışı, evlilikleri, aile ilişkileri gibi aklınıza gelebilecek her konuda Ütopya anlatılıyor. Wikipedia'da buradaki düzenle ilgili kısaca şöyle denmiş;

"Roman tarzında yazdığı "Utopia" adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur ve yasaktır. Herkes devlet adına üretir. Para geçerli değildir. Üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon’un ideal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilir."

Ancak buraa bahsedilenin dışında dediğim gibi aile ilişkilerinden dini uygulamalara, hastaların bakımına kadar her konuda fikirlere yer verilmiş. Yüzyıllar önce böyle bir kitap yazılması ilginç, bazı konularda ‘bu neden uygulanmıyor,’ dedim, bazı konularda ise yazara hak vermediğim de oldu. Kitabın sonunda yazar mevcut durumu da eleştirmiş. En sonunda bahsettiği düzenin akla yatkın olmasına rağmen uygulanmasının zor olduğunu da belirtmiş, ve;

“… Gerçi bu dünya işlerini iyi bilen bir bilgin kişinin bütün dediklerini kabul edemem ama şunu da saklamayacağım ki Utopia devletinin bir çok özelliklerini şehirlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok bir dilektir bu… “

Başta da dediğim gibi yazarın hayatı en az eseri kadar ilginç. Kısacası sürükleyici bir kitap değildi benim için, çünkü buna roman demek zor, daha çok bir deneme gibi, bence yazar Ütopya arka planının üzerine bir de hikaye inşa etmiş olsa daha zevkle okunan bir kitap ortaya çıkardı, yine de bir klasik olarak okunmalı, keyifli okumalar
Distopik Okumlar’ın diğer kitap incelemlerine de bakmayı unutmayın:

biblio
Gamze Polathaneli
kitaplarla beslenmek
thalassapolis
birgaripşeyma
gokcevatansever

30 Ekim 2014 Perşembe

Suzan Defter - Ayfer Tunç

1964 Adapazarı doğumlu yazarımız özellikle Yeşil Peri Gecesi romanıyla son yıllarda oldukça popüler olmuştu. Suzan Defter de yazarın bundan sonra 2011 yılında yazdığı bir roman. Ben yazarın daha önce Kapak Kızı isimli romanını okumuştum ve burada yorumlamıştım.

Suzan Defter yazarın yine çok sevilen bir eseri, özellikle farklı bir yazım tarzında olması nedeniyle merak ettiğim bir romandı. Kitabın kapak resmini çok beğendiğimi de ekleyeyim (Ekmel Bey'in evi olsa gerek:)).Kitabın sağ ve sol tarafındaki sayfaları ayrı ayrı okuyabilirsiniz çünkü. Kitabın iki kahramanı Ekmel Bey ve Derya Hanım birer günlük tutmaktadırlar, kitabın sol tarafında Ekmel Bey’in günlüğü, sağ tarafında Derya’nın günlüğünü yer almakta.

Ekmel Bey orta yaşın sonlarında bir avukat, karısından ayrılmış, kızı da dahil yakın olduğu kimse yok, tek başına yaşıyor, evinden çıkmak istemiyor. Biraz olsun insan yüzü görebilmek için satılık ev ilanı verip gelen hoş bayanlarla sohbet ediyor.

Derya ise ailesinin kalan tek ferdi, paylaşmaya dayanamadığı ilk aşkı ağabeyinin değişimini içine sindirememiş, ağabeyinin aşkı Suzan’ı terk edişini sindirememiş, yalnız ve depresyonda. Onun da bir insan görmeye, dertleşmeye ihtiyacı var. Ev almayı düşünmediği halde Ekmel Bey’in evini gezmeye karar veriyor, biraz sohbet ediyorlar, Ekmel Bey “yine buyurun,” diyor. Derya da onu ziyaret etmeyi sürdürüyor, birbirlerine bir sürü şey anlatıyorlar. Bu arada Derya kendisini Suzan olarak tanıtıyor ve ağabeyinin büyük aşkı Suzan’mış gibi davranıyor, onun yaşadığı şekilde anlatıyor olayları. Ama bu arkadaşlık başladığı gibi birden bire bitiveriyor.

İlginç bir kitaptı ama nedense ben kitabı anlayamadığımı hissettim, mesela kitabın adı neden ‘Suzan Defter’ anlayamadım, Suzan Defteri mi? Evet ilginç ve hoş bir isim ama anlayamadım işte tam olarak. Sonra Ekmel Bey ve Derya defterlerinde olayları farklı anlatıyorlar, örneğin Ekmel Bey bir anısını anlatıyor, şehir dışına çıkarken yanında karısını aldatmayı düşündüğü sevgili adayıyla karda mahsur kalıyorlar, ancak sonunda saç saça baş başa kavga ediyorlar ve böylece donmaktan kurtuluyorlar. Derya ise defterinde Ekmel Bey’in anlattığı bu olaya yer verirken yanındaki kişinin karısı olduğunu söylüyor. Bunun gibi daha pek çok şeyde farklı anlatımlar var. Ekmel Bey kendisini anlatırken çapkın bir erkek imajı vererek Suzan’ı etkilemeye mi çalışmış, yoksa Derya olayı anlatırken Ekmel Bey’i karısını aldatmayacak dürüst bir erkek olarak mı düşünmek istemiş veya onu karısının altında ezilen bir adam olarak mı algılamış da böyle yazmış. Kısacası bu ikili yazımlar evet romanı sıkıcılıktan kurtarıyor aksi halde aynı şeyi iki kere okumuş olurduk ama anlamlarını çözemedim, garip geldi. Ne Ekmel Bey ne de Derya karakterlerine ısınamadım, bana yapay geldiler. Daha önce okuduğum Kapak Kızı’nda da kahramanları biraz yapay bulmuştum. Çok sevilen bu yazarın nedense bana hitap etmediğini düşünüyorum, seveni çok olan bu yazarı sevenlerine emanet ediyorum:))Bu kitabı çok hoş bir şekilde anlatmış Deep arkadaşımız, onu da buradan okumanızı öneririm, Keyifli okumalar:)


27 Ekim 2014 Pazartesi

Blog Ödülü

Severek takip ettiğim blogger arkadaşlarım Kitap Eylemcisi ve Kitaplarım Olmadan Asla- Emine Hanım beni Blog Ödülü'ne layık görmüşler,kendilerine çok teşekkür ederim. Bu ödülün kuralları ise şunlar;

1-Ödülü verenin linkini de veriyoruz.

www.kitapeylemi.blogspot.com.tr

www.kitaplarimolmadanasla.blogspot.com.tr

2-Ödül resmi paylaşılacak. (Yukarıda görüyorsunuz.)

3-15 tane arkadaşımıza da bu ödülden veriyoruz.

Biblio
Narda
Kitap Not
Defter Defter
Renkli Kitap
Vladimir
Kitap Muhabbeti
Kitaplık Manzaraları
Sokrates'in Yeğeni
Kitap Sesleri
Kitaplarla Beslenmek
Define Adası
Huzursuz Ruhum - Aslı
Kitap Cumhuriyetim
Maviye İz Süren


23 Ekim 2014 Perşembe

Zen Budizm; Bir Yaşam Sanatı – İlhan Güngören

Yol Yayıncılık’tan çıkan kitap ilk olarak 1977 yılında yayınlanmış, herhalde Zen hakkındaülkemizde çıkmış olan ilk kitap. Benim okuduğum 2013 yılında çıkmış 6. Baskısı. Zen oldukça basit hatta neredeyse başkasına aktarılamayacak basitlikte bir öğreti, Budizm’in bir dalı denebilir. Zaten 200 sayfalık kitabın üçte biri Zen Budizm’inin ortaya çıkışını ve diğer Taoculuk gibi benzer öğretilerden farkını anlatıyor, geri kalan kısımlarda ise aydınlanma anlamına gelen satori, iç huzura erme nirvana gibi kavramların açıklanması ile Zen Budizm’inin bazı çalışmaları olan zazen, koanlar ve mondodan bahsediliyor. Zenin özü ise sadece bir kaç cümle; “… dıştan bakınca olağan dışı hiçbir şey yok. … Zen’deki mükemmellik, insan olmayı başarabilmektir, melek veya şeytan olmak arasında bocalamadan. Yaşamı neyse öyle kabullenmek, dünyaya iyi-kötü gibi ikili şarşıt kavramların sınırları olmadan bakabilmek, yargılamadan olduğu gibi kabullenip yaşamak, yaşamı bir bütün olarak kucaklayıp kendini de ‘ben’den kurtarıp o bütünün parçası olduğunu bilerek, hiç bir şeye tutunup bağlanmadan, gelecek veya geçmişte değil ‘o an’da ‘şimdide’ yaşamayı başarabilmektir Zen…”. Kısacası Zen için hiç bir şey yapmak gerekli değildir, dışarıdan bakınca herhangi biridir aydınlanmaya ulaşmış kişi ama içinde bambaşka bir yaşayış vardır.

Uzun zamandır Zen’e ilgi duyuyorum, çok kolay görünüyor ama aslında çok zor, bunu uygulamayı başarabileceğimi de pek sanmıyorum. Biz genelde ‘yaşamın farkına varma’yı isteriz, arzu ederiz, ama bu yaşamın güzelliklerinin farkına varmaktır örneğin ama Zen hiç bir şeyin diğerinden üstün olmadığını söylüyor, güzel-çirkin diye bir şey yoktur diyor, yaşamın ‘böylesiliği’ vardır ve önemli olan yaşamon ‘böylesiliğini’ kavramaktır, onu öyle kabullenmektir. İşte böyle… Gerçekten ilginç bir konu. ‘Oğlum Zen Keşişi Olmak İstyor’ romanı da bu konuyu biraz daha özümsememe yardımcı oldu. İki kitabı da tavsiye ederim. Zen’e benzer bir öğreti olan Taoculuk da aynı doğal yaklaşımı benimsiyor, bazı ufak tefek farklar var iki öğreti arasında. Lau Tze’nin yazdığı Tao Te Ching yine tavsiye edebileceğim bir kitap. Keyifli okumalar dilerim.

Resim:http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/a/a2/BodhidharmaYoshitoshi1887.jpg

22 Ekim 2014 Çarşamba

Yeni Doritos Reklamını Sen Çek, 1 Milyon Dolar Kazanma Şansını Yakala!


2007 yılında Doritos, ABD’deki hayranlarını Amerikan Futbol Ligi’nin sezon finali olan Super Bowl sırasında yayınlanmak üzere kendi Doritos reklam filmlerini çekmeye ve göndermeye davet ederek, kendi Super Bowl fenomenini yarattı. Bu reklamlar, yapan kişinin çektiği şekliyle aynen yayınlandı ve Super Bowl sırasında yayınlanan, tüketicilerin yarattığı ilk reklam filmleri oldu!


Doritos, bu muhteşem organizasyonla sevenlerini 1 Milyon Dolar kazanma şansı ve bunun yanı sıra 1 sene boyunca  Hollywood’daki Universal Pictures Stüdyoları’nda Elizabeth Banks gibi yıldızlarla çalışma fırsatı yakalamaya çağırıyor. 


Unutulmaz Deneyim 


Bu yıl 9. kez düzenlenen Doritos Crash the Super Bowl’u kazananlar, büyük ödül olarak milyonlarca dolar para ödülü ve hayatlarının sonraki aşamalarında da farklı iş teklifleri aldılar. Örneğin; kendi yaptığı “Fashionista Daddy” reklamıyla 2013 yılında Crash the Super Bowl yarışmasında büyük ödülü kazanan Mark Freiburger, “Transformers 4”ün setinde yönetmen Michael Bay ile birlikte çalışma fırsatı elde etti. Mark, bugün büyük bir yetenek ajansı tarafından temsil ediliyor ve Universal ile FOX gibi dünya çapındaki stüdyoların film projelerinde yer alıyor.


Katılma Sırası Sende


Siz de hazırlayacağınız 30 saniyelik reklam filmini  (sözlü ise İngilizce) www.doritos.com.tr ‘de belirtilen teknik özelliklerle hazırlayıp tüm dünyanın beğenisine sunmak için 9 Kasım 2014’e kadar reklam filminizi çekip, rüya gibi bir iş ve 1 Milyon Dolar sahibi olmak için geri saymaya başlayabilirsiniz!


Katılım koşulları ve tüm detaylar için www.doritos.com.tr’yi ziyaret edebilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

17 Ekim 2014 Cuma

Hayalperest – Pam Muñoz Ryan ~ Peter Sis

Kitap tavsiyelerinden çok faydalandığım arkadaşım biblio'nun bu harika yazısı üzerine ‘hayalperest’I okumamak olmazdı. İthaki Yayınları’ndan 2013 yılında çıkmış olan kitap 371 sayfa, font olarak çocukların rahatça okuyabileceği büyük harflerle basılmış olsa da sadece çocukların değil herkesin büyük zevk alarak okuyacağı bir eser. Pam Muñoz Ryan yazmış, Peter Sis resimlemiş, gerçekten muhteşem çizimlerin esere katkısı çok büyük. Kapak da gördüğünüz gibi çok güzel.

Şilili küçük Neftali Reyes için hayat zordur. Oldukça duyarlı ve hassas bir çocuk olan Neftali, ağabeyi Rudolfo ve kız kardeşi Laurita ile birlikte sert ve dediğim dedik babasının boyunduruğu altında yaşamaya çalışmaktadır, tek tesellisi ise üvey annesi ile dayısı Orlando’dur. Yıllar geçip Neftali büyüdükçe her şey daha da zorlaşmaya başlar çünkü yapılan seçimler çoğaldıkça baba ile yaşanan çatışmalar da artar. En büyük çatışma ise Neftali’nin edebi yeteneğinin ortaya çıkması ve bu yolda yürümek istemesiyle meydana gelir. Kitap Neftali Reyes’ten Pablo Neruda’ya giden yolda yaşananları anlatıyor kısaca.

En basit olaylar bile öyle duyarlılıkla anlatılmış ki etkilenmemek mümkün değil. Hele siyah kuğunun ölümünü okurken göz yaşlarıma engel olmakta zorlandım. Uzun zamandır okuduğum en keyifli kitaptı, sonunda ise Neruda’nın bazı şiirlerine yer verilmiş. Keyifli okumalar

12 Ekim 2014 Pazar

Doktor Uyku - Stephen King


Blogumu takip edenler ciddi bir Stephen King hayranı olduğumu bilirler, gerçi benim favorilerim yazarın yazarlık kariyerinin ilk romanları, 70ler ve 80lerde yazdığı kitaplardır ama yazara bağlılığım sürüyor tabi ki:) Medyum da yazarın beğendiğim romanlarından biri, sadece benim değil bir çok okurun da çok sevdiği bir roman, özellikle Kubrick’in kitaba çektiği filmden sonra kitap daha da tanınır ve sevilir olmuştur kanımca. Yazar da kitabın sonuna eklediği notunda okurlarının sürekli olarak Medyum kitabındaki küçük Danny’e daha sonra neler olduğunu sorduğunu ve bu sorunun cevabını kendisinin de zaman zaman düşündüğü sonuçta dab u kitabı yazmaya karar verdiğini belirtmiş. Medyum kitabı kısaca hatırlayacak olursak, orada henüz küçük bir çocuk olan Danny ‘ışıltısı’ yani bir nevi medyumluğu nedeniyle görmemesi gereken varlıkları görebilmektedir, babasının Overlook Oteli’ne kışın boşken kahyalık etme işini kabul etmesiyle ailecek oraya yerleşmelerinden kısa bir sure sonra bu yeteneği Danny için oldukça korkutucu olur.

Şans sayesinde bu maceradan annesi ile sağ kurtulurlar ama yıllar içince ‘ışıltı’sı azalsa da kötü anılar hiç peşini bırakmaz. Danny’nin 30lu yaşların sonuna yaklaşmış yetişkin halini okuduğumuz bu kitapta ise bu yetenek onun yaşlı bakım evlerinde çalışırken ölmek üzere olan yaşlıların diğer tarafa huzur içinde geçmelerini sağlamak gibi bir görev üstlenmesini sağlamıştır, takma adı ise ‘Doktor Uyku’dur. Dan’in monoton hayatı bir gün kafasının içinde ona ulaşmaya çalışan küçük bir kızın sesini duyduğunda değişir, küçük kız tesadüfen ulaştığı bu adamdan yetenekleri sayesinde şahit olduğu bir cinayetin çözülmesi için yardım ister. Ortaya da ‘ışıltı’ yeteneği üzerine odaklanmış sürükleyici ve heyecanlı bir roman çıkar.


538 sayfalık kitaptan Medyum’dan aldığım tadı alamadığımı itiraf edeyim, gerçi Medyum benim favori Stephen King romanlarımdan biri değil, onu da ekleyeyim Ama Stephen King’in son yıllardaki romanları en başta da dediğim gibi bana önceki kitapları kadar tat vermiyor ama son zamanlarda okuduklarımdan Eğlence Parkı’nı çok beğenmiştim, bu da hayranlarını üzmeyecek bir kitap. Çoğunlukla kitapların ‘çözülme’ kısımları, hele de çok ‘maceralı’ ise beni sıkıyor, ama bu kitapta yazar bu çözülme bölümünü okuru sıkmadan bağlamış. Bir Stephen King şaheseri olmasa da güzel bir kitap diyebilirim, keyifli okumalar.

Resim1:http://www.britishfantasysociety.org/wp-content/uploads/2012/09/stephen-king.jpg
Resim: http://www.filmhafizasi.com/wp-content/uploads/eski-yazilar/the-shining_29453.jpg

6 Ekim 2014 Pazartesi

Oğlum Zen Keşişi Olmak İstiyor - Kiyohiro Miura

Şu aralar Zen konusuna ilgi duyuyorum, konuyla ilgili kitapları araştırırken bu romanla karşılaşınca hemen okuma listeme ekledim. Okyanus Yayınları’ndan 2000 yılında çıkmış olan 109 sayfalık kitap, Japon Akutagawa Edebiyat Ödülü’nü kazanmış. Yazar 1930 doğumlu, bir dönem kazandığı bir bursla Amerika’da yaratıcı yazarlık kursu almış, ancak şu an Mühendislik Fakültesi’nde profesörmüş. Kitap gerçekten ilginç, kitabın anlatıcısı Kimura ailesinin babası, 10 yıl Amerika’da kaldıktan sonra Japonya’ya dönüp evlenmiş, iki de çocuğu olmuş.Yeni taşındığı mahallede dolaşırken bir Zen tapınağı keşfediyor ve sonra sohbet ettiği rahibeden etkilenerek Pazar günleri tapınağa zazene (Zen meditasyonu) gitmeye başlıyor, 3. Sınıfa giden oğlunu da yanına alıyor. Bir gün oğlu ‘ben Zen keşişi olmak istiyorum’ deyince rahibe dışında herkes çok şaşırıyor, herkes gülüp geçiyor ve bunu bir şaka olarak alıyor ancak yıllar geçtikçe çocuk bu isteğinden vazgeçmiyor. Çocuğun ciddi olduğu görülünce –babasının da teşvikiyle-keşiş olmasına karar veriliyor, böylece adı değiştirilip ailesinin kütüğünden siliniyor, keşişlik töreni yapılıyor ve orta okulu bitirince de tapınağa yerleşiyor. Ama bu süreç çocuğun ailesi için çok zor oluyor, çünkü çocuğun ailesiyle görüşmemesi gerekiyor. Bunun sebebi Zen’de hiç bir şeye tutunmamak zihnen tam olarak özgürleşebilmek gerekliliği. Kitapta Zen oldukça sade ve güzelce açıklanmış, bir Zen kitabını okuyup da anlayamadığız şeyleri bu romanla anlayabilirsiniz. Ben kitabı çok beğendim, eğer Zen’e ilginiz varsa –veya yoksa da – kitabı ilginç bulacağınızı düşünüyorum. Keyifli okumalar ve herkese iyi bayramlar:)

Resim:http://www.plathey.net/livres/japon/photos/miura-zen-sekka.jpg

1 Ekim 2014 Çarşamba

Distopik Roman Okumaları [Ekim 2014]


Severek takip ettiğim ve kitap zevki bana çok uyan blogger arkadaşım biblio uzun zamandır blogunda yazar veya belli konular üzerine okuma günleri düzenliyor, daha önceki okumaların listesi için bu posta bakabilirsiniz. Bu şekilde bir yazara veya konuya odaklanmak okurun konuya yoğunlaşarak daha dikkatli bir okuma yapabilmesi açısından çok güzel. İçinde bulunduğumuz ekim ayı için ise konu Distopik Romanlar. Ben de bu okumalara Thomas More'un Ütopya isimli kitabı ile katılıyorum. Aslında konu biraz karışık, Wikipedia'dan aldığım bilgiye göre Ütopya 'olmayan yer' anlamına geliyor Yunanca ama 'güzel yer' demek olan 'Eutopia'ya da bir gönderme varmış kelimede. Biz de konuşurken genelde 'güzel, olumlu' anlamıyla kullanıyoruz. Distopya ise baskıcı bir rejimin sonucu oluşmuş kötü, anormal yer şeklinde tanımlanabilir. Distopik romanlar da böyle ortamda geçen romanlar. Thomas More'un Ütopyası hakkında ise henüz bir fikrim yok:) Bu okumaya katılan diğer arkadaşlarımın de son derece merak uyandırıcı kitap seçimlerinden bazıları Damızlık Kızın Öyküsü, Körlük, 1984, Sineklerin Tanrısı... Arkadaşlarımın incelemelerini okumak için sabırsızlanıyorum doğrusu:)

İşte bu ilginç okuma şenliğinin katılımcıları;
biblio
Gamze Polathaneli
kitaplarla beslenmek
thalassapolis
birgaripşeyma
gokcevatansever

Herkese keyifli okumalar! :)

30 Eylül 2014 Salı

Robert Oppenheimer; Karanlık Prens – Jack Rummel

Atom bombasının arka planını merak ediyordum uzun zamandır. Ancak maalesef bu konuda Türkçe’ye çevrilmiş fazla bir kitap yok. Bu konudaki en iyi kaynak ise sanırım Richard Rhodes’un 1986’da yazmış olduğu yaklaşık 900 sayfalık ‘The Making of the Atomic Bomb’ isimli kitabı, ama bu kitabı okuyabilecek sabrı bulamadım kendimde. Ben de bombayı geliştiren ekibin başında olduğunu bildiğim Oppenheimer’in hayatını anlatan bu kitabı okumayı seçtim. 1999 basımı olan kitap Evrim Yayınları’nın Modern Bilimin Kurucuları serisinden çıkmış.

Önsözde Oppenheimer hakkında kısaca şu bilgi verilmiş;
“Karanlık Prens, atom bombasının gelişmesine yol açan Manhattan Projesi’ne -20. Yüzyılın en tartışmalı bilimsel girişimlerinden biri- öncülük eden adamın yaşamını ve çalışmasını kayda geçiriyor. Oppenheimer’ın öyküsü sadece, çalışması ulusların her zamanki gidişini değiştiren ve bu gezegende yaşam ve ölüm hakkındaki düşünüş biçimini altüst eden korkunç bir gücü zincirlerinden boşalttığı için değil, aynı zamanda 20. Yüzyılda bilimle dünya işlerinin nasıl sıkı sıkıya birbiri içine girmeye başladığını gösterdiği için de saygı uyandırıcıdır.”

Los Alamos'tan Bir Görüntü

Kitabın ilk bölümü atom bombasının çölde denenmesiyle başlıyor. Sonraki bölümde ise Oppenheimer’ın yaşamı anlatılmış. Babası 17 yaşında Almanya’dan Amerika’ya geliyor, daha sonra evleniyor ve Robert dünyaya geliyor. Önce kimya okuyor sonra da fizik okumak üzere İngiltere’ye gidiyor, o dönemde tam olarak anlaşılamamış olan atom modelleri konusunda uzman olan Rutherford ve Bohr ile tanışıyor ve böylece kuantum mekaniği konusundaki çalışmaları başlıyor. Uzun süre yurtdışında gidip gelerek kendisi bu alana bir yenilik getirememiş olsa da herkesçe konunun uzmanı olarak kabul ediliyor. 25 yaşında Amerika’ya döndüğünde kendisine istediği gibi bir fizik bölümü kurması teklif ediliyor. Bu arada benzer konularda tanışan Enrico Fermi ile tanışıyor ve birkaç bilim adamı daha atom üzerinde yaptıkları çalışmalar sonucu özellikle Uranyum ve benzeri radyoaktif elementlerin çeşitli işlemlerle inanılmaz enerjiler ortaya çıkardıklarını keşfediyorlar, ikinci dünya savaşı sürerken bu gücün Amerika’ya müthiş bir avantaj sağlayacağını düşünerek orduya bomba hazırlayabilecekleri teklifiyle gidiyorlar, önce ciddiye alınmıyorlar ama çabalamaya devam ediyorlar.


Oppenheimer, Einstein ile görüşürken.

Özellikle Oppenheimer bir çok önemli fizikçiyi ikna etmeye çalışıyor, bunlardan biri olan Einstein savaş karşıtı tutumuyla katılmayı reddediyor ancak dönemin başbakanı olan Roosevelt’e konunun önemine ilişkin bir mektup yazıyor. Yine I.I. Rabi bombayı ahlaka aykırı bularak bilim grubuna katılmayı reddediyor, yine de bir çok başka bilim adamı bu projede yer alıyor. Sonunda proje kabul görüyor ve Teksas çölünün ortasında terk edilmiş bir hayvan çiftliği olan Los Alamos etrafı tellerle çevrilmiş bir bilim kampına dönüştürülüyor ve Manhattan Projesi başlıyor. Oppenheimer da ekibin başına geçiyor.

Bombadan sonra Hiroşima

Ben her zaman atom bombası gibi insanlığa sığmayan bir vahşetin ancak sonuçlarının tam olarak bilinmemesinden, bunu geliştiren kişilere devlet tarafından baskı yapılmasından vs. kaynaklanabileceğini düşünmüştüm. Ancak sonuçlar neredeyse net bir şekilde biliniyormuş, zaten öncesinde yapılan denemede de bu görülmüş. Projenin kabulü için neredeyse Oppenheimer devlete baskı yapmış. Sıra Japonya’da vurulacak yerlerin seçimine gelmiş, askeri öneme sahip yerlerin yanı sıra sivillerin de bulunacağı bir yer olmalıymış, örneğin etrafı lojmanlarla sıkıca çevrili bir askeri üs gibi! Bazı bilim adamları bombanın Japon hükümetine ‘kanıtlanmasını’ yani devlet yetkilileriyle beraber yapılan bir uygulamada onlara bombanın yıkıcılığını göstererek teslim olmalarının sağlanmasını önermiş ancak Oppenheimer özellikle buna karşı çıkmış. Sonra bomba atılmış, 10-15 saniye süren 1650 C’lik sıcaklık patlamasıyla yüzbine yakın kişi ve diğer her şey kömür olmuş, o tarifsiz yıkım ekip tarafından soluksuz izlenmiş, inanılmaz bir sevinç ve coşku yaşanıyormuş.

Otto Frisch

Fizikçi Otto Frisch şöyle diyor; “… biri kapımı açtı ve bağırdı ‘Hiroşima mahvoldu’. Bir huzursuzluk hissettiğimi, arkadaşlarımdan ne kadar çoğunun telefona, Santa Fe, La Fonda Hotel’deki kutlama için masa ayırtmaya koştuğunu gördüğüm zaman gerçek bir tiksinti duyduğumu anımsıyorum.”

Oppenheimer ise patlamanın ertesi günü laboratuara bir şampiyon bir boksör gibi girerek ellerini başının üzerinde yumruk yapıp gururla tebrikleri kabul ediyor. Daha sonra Japon imparatoru teslimiyeti yasaklayınca Nagazaki de oluşacak yıkımın son derece farkında olunarak bombalanıyor. Benim edindiğim izlenime göre atom bombasının yaratacağı yıkımın gölgesinde kendi gücünü görmek isteyen Oppenheimer’ın egosundan kaynaklana bir felaket olmuş ve buna çeşitli kılıflar bulunmuş. Bohr ise atom bombasının barış çağını getireceğini düşünmüş, çünkü atom bombası olan iki ülke birbirine saldıramazmış…
Bombanın atılmasından kısa bir süre önce Roosevelt ölür ve yerine konuyla ilgili hiç bilgisi olmayan Truman geçer. Oppenheimer Truman’la olan bir görüşmesinde ‘benim de ellerim kana bulaştı’, der, bu da bana göre oldukça ironik bir söz.
Kitabı neredeyse tamamen anlattım ama internette bile çok daha kapsamlı bilgiye ulaşabilirsiniz. Kitapta bir taraftan Oppenheimer’in hayatı anlatılırken paralelinde projenin süreçlerine de yer veriliyor, ayrıca bombanın geliştirilmesindeki teknik ayrıntılar bile verilmiş. Kitap temel olarak bilim adamını anlattığı için geri kalan kısım yüzeysel boyutta kalmış. Bir de yazarın anlatım tarzını hiç beğenmedim, anlatımda kronoloji neredeyse yok. Bir paragrafta 1941 yılı anlatılırken hemen altında 1939 yılı anlatılıyor, olayların hangisi önce hangisi sonra olmuş takip etmekte zorlanıyorsunuz.

Ve son olarak çeviri gerçekten çok kötüydü. Birkaç örnek vermem gerekirse;
“Ph.D. : Doctor of philosophy. Yani ‘doktora derecesinin kısaltması. Çevirmenimiz bunu ‘Oppenheimer felsefe doktorası yapmaya gider,’ şeklinde çevirmiş :))
Başka bir örnek ‘one and a half year’… ‘bir ve yarım yıl fizik okudu’ :))

Kısacası kitap bu konuda temel bir bilgi verse de internette çok daha kapsamlı ve düzenli bilgi bulabilirsiniz, keyifli okumalar.

Resim 1:http://www.amusingplanet.com/2010/08/65th-anniversary-of-hiroshima-atomic.html
Resim 2:http://static.guim.co.uk/sys-images/Admin/BkFill/Default_image_group/2012/11/6/1352214585289/J-Robert-Oppenheimer-talk-008.jpg
Resim 3:http://www.aip.org/history/historymatters/images/frisch2.jpg
Resim 4:http://www.freeinfosociety.com/media/images/798.jpg

24 Eylül 2014 Çarşamba

8. Beyoğlu Sahaf Festivali İzlenimlerim

8. Beyoğlu Sahaf Festivali 17 Eylül’de başladı. İlk olarak Galata’da kule dibinde daha sonar ise Gezi Parkı’nda yapılan festival son bir kaç yıldır Tepebaşı’nda yapılıyor. Özellikle Tepebaşı’nda yapılmaya başlandıktan sonar daha yoğun ilgiyle karşılaşan festivale ben de bu yeni yerine taşındıktan sonar gitmeye başladım. Kitap fiyatlarının yüksek olması ve eski-yeni bir çok kitabı bulma ihtimali festivale ilginin yüksek olmasını sağlıyor. Bir de tabi eski gazeteler, dergiler, plaklar, kart postal ve resimler de cabası. Ben de festivalin başladığını duyar duymaz gitmek istedim, ayın 18’inde perşembe günü gitme fırsatım oldu. Sahaflar için düzenlenen standlar çok şıktı bence, yalnız ne standlarda sahafların ismi yazıyordu ne de her hangi bir yerde katılımcı listesine rastladım.

Perşembe günü benim festival alanına varmamdan kısa bir sure sonra sağanak yağış başladı, neyse ki şemsiyem vardı Ama orta alanlarda yer alan kitap sergilerinin üstleri haliyle naylonlarla örtüldü, yağmur da iyice bastırınca boş dönmemek için çok aklımda olmayan bir iki kitap alıp evin yolunu tuttum. Bu yüzden Cumartesi günü bu sefer eski gazete düşkünü eşimle tekrar gittim, haftasonu olması sebebiyle alan daha kalabalıktı. Nedense uzun bir alınacaklar listem olmasına rağmen listemden sadece 3 kitabı buldum, Siddharta (10 TL), Deli aşk (10 TL) ve Donna Tart’tan Gizli Tarih (10 TL). Thomas Moore’un Ütopya’sı (5 TL) ve Ruhi Mücerret (15 TL) ise listemde olmamasına rağmen merak ettiğim ve uygun fiyatlı bulduğum için aldığım kitaplar oldu. Eşim de 2-3 TL’ye bir kaç eski gazete aldı. Atatürk’ün cenazesini anlatan bir gazete 120 TL’ye satılıyordu. Aradıklarımı pek de bulamasam da dolaşması oldukça zevkliydi, bir türlü ayrılmak istemedim, baktığım yerlere aradıklarımdan birini bulmak umuduyla tekrar tekrar baktım. Festival 7 Ekim’e kadar Tepebaşı’nda devam edecek, keyifli gezmeler

22 Eylül 2014 Pazartesi

On Bir - Mark Watson

Domingo Yayınları’ndan 2011’de çıkan kitabı kitapyurdu.com’dan puanlarımla aldım Kitabın iç kapağında yazar hakkında ‘romancı ve İngiltere’nin en popüler genç komedyenlerinden biri’ diye yazıyor, ayrıca bunun dışında iki romanı daha varmış. On bir 263 sayfa. Konusuna gelirsek, Xavier Ireland yaşadığı üzücü bir olaydan sonra Avustralya’dan İngiltere’ye göç etmiştir, genç adam burada hayata sıfırdan başlamış ve bir kaç yıl içinde çalıştığı radyo istasyonunda program sunuculuğuna kadar yükselmiştir. İnsanları dinleyip tavsiyeler verdiği gece yarısı programının hatırı sayılır bir hayranı vardır. Xavier’in bir gün yürüyüş yaparken bir kaç zorba tarafından rahatsız edilen gence yardım etmemesi ‘kelebek etkisiyle’ bir dizi olaya sebebiyet verir. Çünkü oğlunun dövüldüğünü gören gazeteci anne morali bozulduğu için bir restoran hakkında olumsuz yazı yazar, restoranın sahibi bu yazıya sinirlendiği için bir çalışanını kovar, kovulan çalışan… diye döngü devam eder. Ama bizim esas adamımız Xavier’dir. Her ne kadar programında insanlara yardım etmeye çalışsa da aslında ‘etliye sütlüye karışmadan’ hayatına devam eder, örneğin her gece üst katta birbirini yiyen komşularına veya alt katta yaramaz oğlu nedeniyle hayatı kabusa dönmüş bekar anneye aldırmaz ve bunda yanlış bir şey de yoktur ona göre. Aslında bu aldırmazlığın başına neler açacağını da tahmin edemez tabi, ta ki hayatı bir mücadele hikayesi olan temizlikçi Pippa ile tanışana kadar. Pippa ona bunun önemini gösterecektir. Fazla ip ucu vermeden sadede geleyim, ben kitabı çok beğendim, basit bir kurgu gibi görünebilir belki ama özellikle kitabın verdiği mesaj çok hoşuma gitti, ‘küçük bir şey bile çok şey ifade eder, kendiniz dışındakileri de önemseyin,’ gibi bir şey. Kısacası bu okuması kolay, ilginç ve güzel kitabı tavsiye ederim, edebi bir şaheser değil ama hoş bir kitap.

16 Eylül 2014 Salı

Nagazaki - Eric Faye

Sel Yayınları'ndan bu sene çıkan kitap 88 sayfa, son zamanlarda atom bombasının arka planına ilgi duyuyorum bu konuda henüz aydınlatıcı bir kitap bulamadım ama, her neyse Nagazaki isimli bu kitabın arka kapağında da 'arka planda atom bombasının yarattığı izlere de değinen kitap' şeklinde bir ibare vardı, işte en çok bu nedenle ilgimi çekmişti Nagazaki. Kapağının da çok hoşuma gitmiş olduğunu itiraf edeyim. Ödül (Grand Prix du Romain De L'académie De Française)almış bu kitabın konusu gerçek bir olaya dayanıyor, zaten kitabı okuyunca ben de hemen olayı hatırladım. Bakınız haberin orijinali bu. 2008 yılında yalnız yaşayan bir adam evinde davetsiz bir misafir olduğunu hisseder, bir süre doğa üstü varlıklardan bile şüphe eden adam sonunda evini işyerinden kamera ile izlemeye başlar ve bir gün gerçekten kamerada yaşlı bir kadın görür, derhal polisi arar. Eve gelen polis kullanılmayan bir odanın yüklüğünde gizlenmiş kadını bulur. Kadın ev sahibinin evini kilitlemeden gittiğini fark ettiği bir gün içeri girer ve adamın yalnız oluğunu görünce kalmaya karar verir, yakalanmadan bir yıla yakın evde yaşamayı başarır. Mahkemenin ardıdan 58 yaşındaki kadın 5 ay hapis cezasına çarptırılır. İşte hikaye bu, ama yazar ödül almış bu kitabında olayı böyle bir romana çevirmeyi başarmış. Kitap hapisten çıkan yaşlı kadının adama yazdığı mektupla son buluyor. Kısa ama etkileyici öykü, okuduktan sonra da kafamızı meşgul etmeye devam ediyor. 58 yaşındaki bir kadın nasıl olur da tek başına sokakta yaşar? Adam kadını polise şikayet etmek yerine onu uyaramaz mıydı? Yoksa onun için daha iyi olacağını düşünerek mi hapise girmesine göz yumdu? Yaşlı kadın hapisten çıktıktan sonra ne olacak? gibi sorular beni epeyi düşündürdü. Hoş bir kiatp, okunabilir:)

10 Eylül 2014 Çarşamba

Kıran Kırana - Amelié Nothomb

Amelié Nothomb 1967 doğumlu Belçikalı bir yazar. Diplomat olan babası nedeniyle hayatının ilk 5 yılını Japonya’da geçirmiş, daha sonra başka bir sürü ülke gezmiş olsa da Japonya’ya duydupu sevgi ağır basmış ve daha sonra bir sure Japonya’da yaşamış sanırım. Genç yaşına rağmen (2002 yılında basılmış olan kitapta yazdığına göre) 37 roman yazmış. Kıran Kırana romanıyla da Fransız Akademisi Büyük Ödülü’nü kazanmış. Yazarın daha önce Ne Adem Ne Havva isimli kitabını okumuş ve nedense çok beğenmiştim. 119 sayfalık bu roman yine yazarın Japonya deneyimlerine dayanıyor. Yazarımız 22 yaşındayken Japonya’nın en büyük şirketlerinden biri olan Yumimoto’da işe girer, son derece hiyerarşik bir düzene sahip şirkette kendisinin üstü Bayan Mori’dir, garip bir hayranlık duyduğu bu kadın kendisinden 7 yaş büyüktür ve bir Japon kadını olarak mükemmeli temsil etmektedir ama bazı olaylar kahramanımız ve Bayan Mori’nin arasının açılmasına sebep olur. Kitap, kahramanımızın bu şirkette yaşadığı mantık sınırlarını zorlayan, ancak ‘Japon olmak’ ile açıklanabilecek durumları anlatıyor, bir taraftan da bunların sosyolojik temellerine kafa yoruyor. Kısa ama sıcak ve size içine alan bir roman, kahramanın sadeliği, neşesi, içtenliği ve alçak gönüllülüğü hemen okurda sempati uyandırıyor, kısacası benim çok beğendiğim bir roman oldu, tavsiye ederim. Eğer bunu seversenz Ne Adem Ne Havva’yı da öneririm, keyifli okumalar :)

6 Eylül 2014 Cumartesi

Kebikeç Duası

Kitap alışverişlerimi her zaman www.kitapyurdu.com'dan yapıyorum, hem fiyatları uygun, hem biriken puanlarınızla hediye alabiliyorsunuz, hem de müşteri bağlılığı size ek indirimler kazandırıyor, kesinlikle çok seviğim bir site. Üstelik her zaman paketinizden küçük sürprizler çıkabiliyor, mesela sürpriz kitaplar, yeni çıkan bir kitabın tanıtım bölümü veya üçü bir arada kahveler gibi, bunlar beni çok mutlu eden küçük jestler. Bunun yanı sıra kitap ayraçları ise her alşverişinizde geliyor. Ancak son alışverişimde gelen ayraç diğerlerinden farklıydı ve ben bu ayraça 'bayıldımm':) Resimde gördüğünüz ayraç tasarım olarak da içerik olarak da çok farklı, sayfanın üstüne takabileceğiniz şekilde tasarlanış ve gelelim üzerinde yazana; 'Kebikeç Duası'. Altında yazanlar şöyle;

"Birçok el yazması eserin kapağında ya da ilk sayfasında rastladığımız 'Yâ Kebikeç' ifâdesi, kitapların böceklerden, güvelerden korunması maksadıyla yazılmış bir nevi 'kitap tılsımı' olarak meşhurdur. Çünkü Kebikeç, kitaplar kurtlanmasın, böcekler, güveler kemirmesin diye kitabın kapağına kondurulan bir çeşit efsundu.

Biz de Kitapyurdu Ekibi olarak 'Yâ Kebikeç' çalışmasını özellikle hat sanatının zirve isimlerinden Fuat Başer'e özel yazdırdık. Kitap Ayracı olarak hazırlanmasının daha anlamlı olacağını düşündük.

Tılsımlı olduğuna inanılan bu ismin, kitapları her türlü haşerâttan koruyan efsâne bir canlı olduğuna inanılsa da; Kebikeç, kitap kurtlarının şâhı olarak biliniyor.

Kitaplara 'Yâ Kebikeç' yazılması bir nevi "Ey kurtçuk, bu kitap sana âit değil. Başkasının malına zarar verme!" ikâzıdır. Tabi kitap kurtlarının, efendilerinin ismini kitabın üzerinde görünce "Bu kitap efendimizin himayesinde" diyerek yaklaşmayacağı düşünülmüştür."

İşte ben bu yazıya bayıldım. İşlerini sadece ticaret olarak görmeyip kitaplar seven ve müşterilerini mutlu eden Kitap Yurdu'na çok teşekkür ederim:)

4 Eylül 2014 Perşembe

Brahms Dinleyen Kedi - Lilian Jackson Braun

Oğlak Yayıncılık’ın Maceraperest Kitaplar serisi polisiye, macera ve gerilim severleri oldukça tatmin eden bir seri, Clive Barker’dan tutun Sue Grafton’a dünyada pek çok takipçisi olan bir çok yazarın kitaplarını burada bulmak mümkün. Geçenlerde okuduğum Firavunun Laneti de bu seridendi. Yazarın 1987’de yazdığı kitap Oğlak Yayınları’ndan 1999’da çıkmış. Yazarin diğer kitapları Kanape Atıştıran Kedi, Çenesini Tutamayan Kedi, Kırmızı Gören Kedi diye devam ediyor. Benim kitabı keşfetmem Sade ve Derin Deep’in bir yazısında ‘Tersten Okuyan Kedi’ kitabının ismini zikretmesi sayesinde oldu, çok şirin bulduğum bu ismin peşinden gittim ve yazarla tanışmak için kendime bu kitabı seçtim:)

206 sayfalık bu kitapta kahramanımız sanıyorum yazarın diğer kitaplarında da olduğu gibi gazetece Jim Qwillerian. Şehir hayatından bunalan ve kafasını dinlemek isteyen Jim, annesinin çok eski arkadaşı olan Fanny Teyzesinden davet gelince, onun Kazmalı Kasaba’daki kulübesinde bir sure kalmayı Kabul eder. Amacı hem dinlenmek hem de romanını yazmaktır ama kedi duyularına sahip adam daha ilk günden öyle şüpheli şeyler fark eder ki, zaten olayların devamı da çorap söküğü gibi gelmeye başlar. Tabi bunları çözerken Jim’in en büyük yardımcısı iki siyam kedisi Koko ve Yum Yum’dur.

Bu şirin polisiyeyi okurken hiç canınız sıkılmayacak, bir kadın duyarlılığı ile yazılmış olduğu hemen anlaşılan kitap polisiye anlamında çok tatmin edici olmasa da, dediğim gibi keyifli vakit geçirmenizi garanti ediyor:)

31 Ağustos 2014 Pazar

Düzeltmeler - Jonathan Franzen

Yazarın 2001'de yazdığı düzeltmeler Sel Yayıncılık'tan 2011'de çıkmış. 496 sayfalık kitap bir kaç sene önce yanlış hatırlamıyorsam yazarın Özgürlük isimli 600 sayfalık diğer kitabıyla birlikte çıkmıştı. 1959 doğumlu yazar Düzeltmeler isimli kitabıyla önemli ödüller kazanmış.
Kitabımız Lambert ailesinin ilişkilerini konu alıyor. 80 yaşını geçmiş olan ve Parkinson ve bunama ile mücadele eden baba Alfred Lambert karısı Enid ile birlikte kendi halinde bir orta batı kasabasında yaşamaktadır, 75 yaşındaki Enid ise tek başına kocaman evi çekip çevirmek ve kocasıyla baş etmeye çalışırken diğer taraftan çocuklarının kendi hayallerine uymayan hayatlarını kafasına takmaktadır. Büyük oğul Gary ailesinden kilometrelerce uzakta güzel karısı ve üç çocuğu ile son derece rahat bir hayat sürmektedir,ortanca oğul ve babasının favorisi kapitalizm karşıtı Chip öğrencisiyle yaşadığı ilişki nedeniyle öğretim görevlisi olduğu okuldan atılmak gibi skandallarla orta yaş bunalımını atlatmaya çalışmaktadır. 32 yaşındaki küçük kız kardeş Denise ise cinsel seçimlerini hala oturtamamış bir aşçıdır. Aile ilişkileri son derece zayıf olan bu insanlar anneleri Enid tarafından, hızla hastalığı kötüye giden babalarıyla son bir noel geçirmek üzere aile evinde buluşmaya davet edilirler, ancak bu basit -ve hatta sıradan rica- bu insanların hayatlarında adeta karmaşık bir olaya dönüşür.

Yazar bu 5 ana karakterin hayatını öylesine irdelemiş ki bazen ayrıntılar arasında boğuluyorsunuz, örneğin konuyla pek de ilgisi olmayan Denise'in patronun karısının üvey erkek kardeşinin hayat hikayesini okumak zorunda kalıyorsunuz veya Enid ve Alfred'in çıktıkları gemi yolculuğunda tanıştıkları bir bayanın kızının başına gelenler sayfalarca anlatılabiliyor. Bu gibi gereksiz kısımlar çıksa kitap %20 kısalabilirdi sanırım. Kitapta olaylardan ziyade karakterlerin geçmişi dolduruyor sayfaları, çoğunlukla sıkılmadan okuyorsunuz, doğrusu ufkumu açtığını veya özel bir şeyler düşündürdüğünü söyleyemeyeceğim okuduklarımın, "ne hayatlar var..." seviyesinde kaldı düşüncelerim. Sadece baba Alfred'in hastalığı ile ilgili kısımlar ve kitabn sonu biraz etkiledi beni, bir de aile ilişkilerinin bu şekilde olabileceğine inanmak istemedim, örneğin anne Enid işsiz güçsüz dolaşan oğlu Chip'e babasını hastaneye yatırmasına yardım etmesi için 3-4 gün daha kalması için neredeyse yalvarırken oğlu son derece kesin bir şekilde 'hayır' diyor. Kısacası genelde sıkılmadan okuduğum ama pek iz bırakmayan bir kitap oldu, keyifli okumalar:)

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Ouran High School Host Club

Çok meşhur bir anime olan 2006 yapımı Ouran High School Host Club okul,günlük hayat ve biraz da romantik türde, 26 bölümden oluşuyor. Bugüne kadar konusunu biraz antipatik bulduğum için izlememiştim ama animenin imdb puanı 8,4. Konumuz ise şöyle; Haruhi mali durumu çok da iyi olmayan bir aileden gelse de çok başarılı olduğu için süper zenginlerin gittiği Ouran Lisesi'ne kabul edilmiştir, belki de babasıyla ilgili durum yüzünden aslında şirin bir kız olmasına rağmen cinsiyetini belli etmeyen kılıkta daha doğrusu erkek kılığında gezmektedir. Bir gün ders çalışmak için sessiz bir yer ararken Misafir Kulübünün (Host Club)odasına girer ancak kulüp üyeleriyle tartışırken çok değerli bir vazoyu kırar,bunu ödemesine ise imkan yoktur, kulüp üyeleri de onu borcunu ödemesi için Misafir Kulübünde çalışmaya zorlar. Haruhi burda önceleri ayak işlerine bakar ama bir gün o pejmurde görünümden kurtulunca güzel yüzü ortaya çıkar ve o zaman diğer kulüp üyeleri ile birlikte gelen konukları ağırlama görevine terfi eder. Kulübün misafirleri okulun güzel kızlarıdır ve kulüp üyelerinin görevi misafirlerini en iyi şekilde ağırlayarak biraz da onlarla flört etmektir, üyelerin amacı hem hoş vakit geçirmek hem de bundan biraz maddi kar elde etmektir. Kulüp üyelerinden Tamaki ise Haruhi'nin bir kız olduğunu öğrendikten sonra ona ilgi duymaya başlar. Benim animelerde tercihim her bölüm farklı bir tema izlemekten ziyade konunun her bölümde gelişmesi, bu animede ana konu biraz kısır olduğundan sıklıkla alakasız karakterlerle ilgili gereksiz bölümler araya giriyor. Örneğin Haruhi ve Tamaki arasındaki ilişkiye ilk bir kaç bölümde değinildikten sonra bu konuda uzun süre bir gelişme olmuyor ve düğüm ancak son bölümde çözülüyor. Çizimleri, müziği güzel olsa da benim bayıldığım bir dizi olmadı Ouran High School Host Club, zaman zaman da sıkıldığımı itiraf edeyim, yine de geçer not alır.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Sessizliğin Yankısı - Umut Can Çeppioğlu

Daha önce Hayaller İçinde Bir Düş isimli romanını tanıtmış olduğum Umut Can Çeppioğlu'nun yeni kitabı çıkmış. Hayaller İçinde Bir Düş isimli kitabından önce de Sessizlik isimli bir şiir kitabı çıkarmış olan yazar yine bir şiir kitabı ile karşımızda, ismiyle öncekinin devamı olduğunu andıran kitapta aşk, kaybediş, ayrılık gibi konuları işleyen şiirler mevcut. Kitabı şu adresten ücretsiz okumanız mümkün;

https://www.mobidik.com/e-kitap/5313/sessizligin-yankisi

Tek başına yürüyünce, ikiye ayrılıyordu yollar
Ya bir ömre yetecek kadar sevmeliydi
Ya da bir ömrü feda edecek kadar…

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Korkunç koleksiyoncu - John Fowles

Bir süredir 'Koleksiyoncu' ismiyle Ayrıntı Yayınları'ndan çıkmakta olan kitabı ben İnkilap ve Aka Yayınlarının beraber çıkarmış olduğu çok eski bir baskısından okudum. 288 sayfalık kitap yazarın ilk romanıymış. Daha önce çok sevilen ve belki en popüler romanı olan Fransız Teğmenin Kadını isimli kitabını okumuş, -çok etkilenmemiş olmakla birlikte- beğenmiş ama nedense burada yer vermemiştim. Kitabın konusu ilginç ama sadece 2 kahramanı olduğundan belki pek derinlik bulamadım.

Frederic halası tarafından büyütülmüş sıradan bir gençtir, çocukluğu ve gençliği hemen hemen kimse tarafından anlaşılamadan, değer verilmeden geçmiştir, çalıştığı ofiste de alay konusudur, tek ilgisi kelebek koleksiyonculuğudur, ve bir de uzaktan beğendiği Miranda isimli genç kız. Bir gün bir yerden büyük ikramiye kazanır ve işte o zaman korkunç planını uygular, şehirden uzakta büyük bir ev satın alıp Miranda'yı oraya hapseder. Kendisine karşı cinsel bir amacı bile yoktur aslında, sadece bu güzellikle birlikte olmak, onu seyredebilmek yeter Frederic'e. Miranda doğal olarak bu adamı iğrenç bulsa da gördüğü tek insan olduğundan mecburen onunla konuşur, ama son derece sığ bir insan olan Frederic ile konuşmak neredeyse bir işkencedir. Bir güzel sanatlar öğrenicisi aynı zamanda zeki, mantığını kullanmayı seven Miranda bir yandan ondan tiksinirken bir yandan da ona yardımcı olmayı ister ama ikili arasındaki ilişkinin dinamikleri sürekli değişmektedir, Miranda adamın kendisini serbest bırakması için farklı yollar dener.

Kitap bir kaç kısımdan oluşuyor, ilk bölümde olayları Frederic'in ağzından dinliyoruz, sonraki bölümde Miranda anlatıyor olanları ve son bölümde olayların nasıl sonlandığını öğreniyoruz. Ne olacak diye merakla okudum ama dediğim gibi bunun dışında beni etkileyen bir roman olmadı, biraz da sinirimi bozdu açıkçası. Bir de ekleyeyim benim okuduğum kitapta bir sürü yazım hatası olması rahatsız etti beni, çeviri de çok iyi değildi sanki. Benim çok da parlak bulmadığım kitap hakkında yazılanlara bakılırsa kitapta aynı zamanda üst sınıfa mensup (aslında orta sınıf ama) Miranda ile alt sınıfa (alt sınıf değil de aslında kültürsüz ve sığ) Frederic üstünden sınıflar arası çatışma konusu da irdelenmekteymiş, ben pek katılmıyorum bu yoruma çünkü dediğim gibi aslında bu iki kişi arasındaki çatışmanın pek de sınıfsal boyutu yoktu, hayata bakışlarındaki farklılık bireysel bazdaydı ve bunun dışındaki farklar zaten Frederic'in bir psikopat olmasından kaynaklanıyordu. Dediğim gibi sürükleyici, yazarın yaşatmak istediği duyguları başarılı bir şekilde veren ancak anlamsal açıdan çok da bir şey aramamanız gereken bir roman, keyifli okumalar.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Mutfaktaki Tarifbaz – Julian Barnes

2011 yılında Çiya Yayınlarından çıkan kitap, romanlarıyla sevilen Julian Barnes’in yemek konusundaki çeşitli denemelerinden oluşuyor. Geçenlerde Julian Barnes’in kitaplarını internette araştırırken tesadüfen görünce merak etmiştim, daha sonra bir sahafta karşılaşınca da hemen aldım. 128 sayfalık kitap içindeki hoş ilüstrasyonlarla da kolay okunan bir tarza sahip.

Yazarın yemek yapma sevgisi bana göre bir hobi düzeyini aşmış durumda. Öncelikle kitabın adından başlayalım, tarifbaz deyimi aslında daha ziyade “tarifkoliklik”I tanımlıyor, burada hobisi yemek yapmak olan ama asla kendi tarifini uygulamayı düşünmeyen ve elindeki tarifi sıkısıkıya –hatta neredeyse mantık sınırlarını aşan ölçüde- takip eden kişi. Durum böyle olunca da yazarımızın elinde pek çok farklı aşçıya ait düzinelerce yemek kitabı bulunuyor. Yazar kitabında bu aşçılar ve yemek kitaplarını da karşılaştırıyor ancak bahsettiği aşçı veya yemek kitabı yazarları ülkemizde tanınmıyor sanırım. Julian Barnes’ın bahsettiği yemek çeşitlemeleri de kendisinin bir gurme olduğunu gösteriyor, aynı zamanda ziyafetler verecek kadar da kendisini geliştirmiş bir aşçı, ama dediğim gibi tam bir ‘tarifbaz’. Yazar denemelerinde yemek yaparken karşılaştığı sorun ve durumları anlatmış.

Mutfakta yeni şeyler denemeyi seven hem de yazarı merak eden bir insan olarak kitap ‘biraz’ ilgimi çekti, çünkü her iki yönden de fazla bilgi veren bir kitap değil, yazarın –kendisini tanıtmak bakımından- sınırlı kişisel deneyimlerini içeriyor, örneğin amatör bir aşçının yaşayabileceği sorunları düzenli bir biçimde ele alsa daha çok ilgimi çekebilirdi ama bu o tip bir kitap değil, bir ‘deneme kitabı’, dolayısıyla kolay kolay birinin ilgisini çekebileceğini sanmıyorum, yine de kötü bir kitap demek değil bu :)

Resim:http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=1072615
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...