30 Eylül 2014 Salı

Robert Oppenheimer; Karanlık Prens – Jack Rummel

Atom bombasının arka planını merak ediyordum uzun zamandır. Ancak maalesef bu konuda Türkçe’ye çevrilmiş fazla bir kitap yok. Bu konudaki en iyi kaynak ise sanırım Richard Rhodes’un 1986’da yazmış olduğu yaklaşık 900 sayfalık ‘The Making of the Atomic Bomb’ isimli kitabı, ama bu kitabı okuyabilecek sabrı bulamadım kendimde. Ben de bombayı geliştiren ekibin başında olduğunu bildiğim Oppenheimer’in hayatını anlatan bu kitabı okumayı seçtim. 1999 basımı olan kitap Evrim Yayınları’nın Modern Bilimin Kurucuları serisinden çıkmış.

Önsözde Oppenheimer hakkında kısaca şu bilgi verilmiş;
“Karanlık Prens, atom bombasının gelişmesine yol açan Manhattan Projesi’ne -20. Yüzyılın en tartışmalı bilimsel girişimlerinden biri- öncülük eden adamın yaşamını ve çalışmasını kayda geçiriyor. Oppenheimer’ın öyküsü sadece, çalışması ulusların her zamanki gidişini değiştiren ve bu gezegende yaşam ve ölüm hakkındaki düşünüş biçimini altüst eden korkunç bir gücü zincirlerinden boşalttığı için değil, aynı zamanda 20. Yüzyılda bilimle dünya işlerinin nasıl sıkı sıkıya birbiri içine girmeye başladığını gösterdiği için de saygı uyandırıcıdır.”

Los Alamos'tan Bir Görüntü

Kitabın ilk bölümü atom bombasının çölde denenmesiyle başlıyor. Sonraki bölümde ise Oppenheimer’ın yaşamı anlatılmış. Babası 17 yaşında Almanya’dan Amerika’ya geliyor, daha sonra evleniyor ve Robert dünyaya geliyor. Önce kimya okuyor sonra da fizik okumak üzere İngiltere’ye gidiyor, o dönemde tam olarak anlaşılamamış olan atom modelleri konusunda uzman olan Rutherford ve Bohr ile tanışıyor ve böylece kuantum mekaniği konusundaki çalışmaları başlıyor. Uzun süre yurtdışında gidip gelerek kendisi bu alana bir yenilik getirememiş olsa da herkesçe konunun uzmanı olarak kabul ediliyor. 25 yaşında Amerika’ya döndüğünde kendisine istediği gibi bir fizik bölümü kurması teklif ediliyor. Bu arada benzer konularda tanışan Enrico Fermi ile tanışıyor ve birkaç bilim adamı daha atom üzerinde yaptıkları çalışmalar sonucu özellikle Uranyum ve benzeri radyoaktif elementlerin çeşitli işlemlerle inanılmaz enerjiler ortaya çıkardıklarını keşfediyorlar, ikinci dünya savaşı sürerken bu gücün Amerika’ya müthiş bir avantaj sağlayacağını düşünerek orduya bomba hazırlayabilecekleri teklifiyle gidiyorlar, önce ciddiye alınmıyorlar ama çabalamaya devam ediyorlar.


Oppenheimer, Einstein ile görüşürken.

Özellikle Oppenheimer bir çok önemli fizikçiyi ikna etmeye çalışıyor, bunlardan biri olan Einstein savaş karşıtı tutumuyla katılmayı reddediyor ancak dönemin başbakanı olan Roosevelt’e konunun önemine ilişkin bir mektup yazıyor. Yine I.I. Rabi bombayı ahlaka aykırı bularak bilim grubuna katılmayı reddediyor, yine de bir çok başka bilim adamı bu projede yer alıyor. Sonunda proje kabul görüyor ve Teksas çölünün ortasında terk edilmiş bir hayvan çiftliği olan Los Alamos etrafı tellerle çevrilmiş bir bilim kampına dönüştürülüyor ve Manhattan Projesi başlıyor. Oppenheimer da ekibin başına geçiyor.

Bombadan sonra Hiroşima

Ben her zaman atom bombası gibi insanlığa sığmayan bir vahşetin ancak sonuçlarının tam olarak bilinmemesinden, bunu geliştiren kişilere devlet tarafından baskı yapılmasından vs. kaynaklanabileceğini düşünmüştüm. Ancak sonuçlar neredeyse net bir şekilde biliniyormuş, zaten öncesinde yapılan denemede de bu görülmüş. Projenin kabulü için neredeyse Oppenheimer devlete baskı yapmış. Sıra Japonya’da vurulacak yerlerin seçimine gelmiş, askeri öneme sahip yerlerin yanı sıra sivillerin de bulunacağı bir yer olmalıymış, örneğin etrafı lojmanlarla sıkıca çevrili bir askeri üs gibi! Bazı bilim adamları bombanın Japon hükümetine ‘kanıtlanmasını’ yani devlet yetkilileriyle beraber yapılan bir uygulamada onlara bombanın yıkıcılığını göstererek teslim olmalarının sağlanmasını önermiş ancak Oppenheimer özellikle buna karşı çıkmış. Sonra bomba atılmış, 10-15 saniye süren 1650 C’lik sıcaklık patlamasıyla yüzbine yakın kişi ve diğer her şey kömür olmuş, o tarifsiz yıkım ekip tarafından soluksuz izlenmiş, inanılmaz bir sevinç ve coşku yaşanıyormuş.

Otto Frisch

Fizikçi Otto Frisch şöyle diyor; “… biri kapımı açtı ve bağırdı ‘Hiroşima mahvoldu’. Bir huzursuzluk hissettiğimi, arkadaşlarımdan ne kadar çoğunun telefona, Santa Fe, La Fonda Hotel’deki kutlama için masa ayırtmaya koştuğunu gördüğüm zaman gerçek bir tiksinti duyduğumu anımsıyorum.”

Oppenheimer ise patlamanın ertesi günü laboratuara bir şampiyon bir boksör gibi girerek ellerini başının üzerinde yumruk yapıp gururla tebrikleri kabul ediyor. Daha sonra Japon imparatoru teslimiyeti yasaklayınca Nagazaki de oluşacak yıkımın son derece farkında olunarak bombalanıyor. Benim edindiğim izlenime göre atom bombasının yaratacağı yıkımın gölgesinde kendi gücünü görmek isteyen Oppenheimer’ın egosundan kaynaklana bir felaket olmuş ve buna çeşitli kılıflar bulunmuş. Bohr ise atom bombasının barış çağını getireceğini düşünmüş, çünkü atom bombası olan iki ülke birbirine saldıramazmış…
Bombanın atılmasından kısa bir süre önce Roosevelt ölür ve yerine konuyla ilgili hiç bilgisi olmayan Truman geçer. Oppenheimer Truman’la olan bir görüşmesinde ‘benim de ellerim kana bulaştı’, der, bu da bana göre oldukça ironik bir söz.
Kitabı neredeyse tamamen anlattım ama internette bile çok daha kapsamlı bilgiye ulaşabilirsiniz. Kitapta bir taraftan Oppenheimer’in hayatı anlatılırken paralelinde projenin süreçlerine de yer veriliyor, ayrıca bombanın geliştirilmesindeki teknik ayrıntılar bile verilmiş. Kitap temel olarak bilim adamını anlattığı için geri kalan kısım yüzeysel boyutta kalmış. Bir de yazarın anlatım tarzını hiç beğenmedim, anlatımda kronoloji neredeyse yok. Bir paragrafta 1941 yılı anlatılırken hemen altında 1939 yılı anlatılıyor, olayların hangisi önce hangisi sonra olmuş takip etmekte zorlanıyorsunuz.

Ve son olarak çeviri gerçekten çok kötüydü. Birkaç örnek vermem gerekirse;
“Ph.D. : Doctor of philosophy. Yani ‘doktora derecesinin kısaltması. Çevirmenimiz bunu ‘Oppenheimer felsefe doktorası yapmaya gider,’ şeklinde çevirmiş :))
Başka bir örnek ‘one and a half year’… ‘bir ve yarım yıl fizik okudu’ :))

Kısacası kitap bu konuda temel bir bilgi verse de internette çok daha kapsamlı ve düzenli bilgi bulabilirsiniz, keyifli okumalar.

Resim 1:http://www.amusingplanet.com/2010/08/65th-anniversary-of-hiroshima-atomic.html
Resim 2:http://static.guim.co.uk/sys-images/Admin/BkFill/Default_image_group/2012/11/6/1352214585289/J-Robert-Oppenheimer-talk-008.jpg
Resim 3:http://www.aip.org/history/historymatters/images/frisch2.jpg
Resim 4:http://www.freeinfosociety.com/media/images/798.jpg

24 Eylül 2014 Çarşamba

8. Beyoğlu Sahaf Festivali İzlenimlerim

8. Beyoğlu Sahaf Festivali 17 Eylül’de başladı. İlk olarak Galata’da kule dibinde daha sonar ise Gezi Parkı’nda yapılan festival son bir kaç yıldır Tepebaşı’nda yapılıyor. Özellikle Tepebaşı’nda yapılmaya başlandıktan sonar daha yoğun ilgiyle karşılaşan festivale ben de bu yeni yerine taşındıktan sonar gitmeye başladım. Kitap fiyatlarının yüksek olması ve eski-yeni bir çok kitabı bulma ihtimali festivale ilginin yüksek olmasını sağlıyor. Bir de tabi eski gazeteler, dergiler, plaklar, kart postal ve resimler de cabası. Ben de festivalin başladığını duyar duymaz gitmek istedim, ayın 18’inde perşembe günü gitme fırsatım oldu. Sahaflar için düzenlenen standlar çok şıktı bence, yalnız ne standlarda sahafların ismi yazıyordu ne de her hangi bir yerde katılımcı listesine rastladım.

Perşembe günü benim festival alanına varmamdan kısa bir sure sonra sağanak yağış başladı, neyse ki şemsiyem vardı Ama orta alanlarda yer alan kitap sergilerinin üstleri haliyle naylonlarla örtüldü, yağmur da iyice bastırınca boş dönmemek için çok aklımda olmayan bir iki kitap alıp evin yolunu tuttum. Bu yüzden Cumartesi günü bu sefer eski gazete düşkünü eşimle tekrar gittim, haftasonu olması sebebiyle alan daha kalabalıktı. Nedense uzun bir alınacaklar listem olmasına rağmen listemden sadece 3 kitabı buldum, Siddharta (10 TL), Deli aşk (10 TL) ve Donna Tart’tan Gizli Tarih (10 TL). Thomas Moore’un Ütopya’sı (5 TL) ve Ruhi Mücerret (15 TL) ise listemde olmamasına rağmen merak ettiğim ve uygun fiyatlı bulduğum için aldığım kitaplar oldu. Eşim de 2-3 TL’ye bir kaç eski gazete aldı. Atatürk’ün cenazesini anlatan bir gazete 120 TL’ye satılıyordu. Aradıklarımı pek de bulamasam da dolaşması oldukça zevkliydi, bir türlü ayrılmak istemedim, baktığım yerlere aradıklarımdan birini bulmak umuduyla tekrar tekrar baktım. Festival 7 Ekim’e kadar Tepebaşı’nda devam edecek, keyifli gezmeler

22 Eylül 2014 Pazartesi

On Bir - Mark Watson

Domingo Yayınları’ndan 2011’de çıkan kitabı kitapyurdu.com’dan puanlarımla aldım Kitabın iç kapağında yazar hakkında ‘romancı ve İngiltere’nin en popüler genç komedyenlerinden biri’ diye yazıyor, ayrıca bunun dışında iki romanı daha varmış. On bir 263 sayfa. Konusuna gelirsek, Xavier Ireland yaşadığı üzücü bir olaydan sonra Avustralya’dan İngiltere’ye göç etmiştir, genç adam burada hayata sıfırdan başlamış ve bir kaç yıl içinde çalıştığı radyo istasyonunda program sunuculuğuna kadar yükselmiştir. İnsanları dinleyip tavsiyeler verdiği gece yarısı programının hatırı sayılır bir hayranı vardır. Xavier’in bir gün yürüyüş yaparken bir kaç zorba tarafından rahatsız edilen gence yardım etmemesi ‘kelebek etkisiyle’ bir dizi olaya sebebiyet verir. Çünkü oğlunun dövüldüğünü gören gazeteci anne morali bozulduğu için bir restoran hakkında olumsuz yazı yazar, restoranın sahibi bu yazıya sinirlendiği için bir çalışanını kovar, kovulan çalışan… diye döngü devam eder. Ama bizim esas adamımız Xavier’dir. Her ne kadar programında insanlara yardım etmeye çalışsa da aslında ‘etliye sütlüye karışmadan’ hayatına devam eder, örneğin her gece üst katta birbirini yiyen komşularına veya alt katta yaramaz oğlu nedeniyle hayatı kabusa dönmüş bekar anneye aldırmaz ve bunda yanlış bir şey de yoktur ona göre. Aslında bu aldırmazlığın başına neler açacağını da tahmin edemez tabi, ta ki hayatı bir mücadele hikayesi olan temizlikçi Pippa ile tanışana kadar. Pippa ona bunun önemini gösterecektir. Fazla ip ucu vermeden sadede geleyim, ben kitabı çok beğendim, basit bir kurgu gibi görünebilir belki ama özellikle kitabın verdiği mesaj çok hoşuma gitti, ‘küçük bir şey bile çok şey ifade eder, kendiniz dışındakileri de önemseyin,’ gibi bir şey. Kısacası bu okuması kolay, ilginç ve güzel kitabı tavsiye ederim, edebi bir şaheser değil ama hoş bir kitap.

16 Eylül 2014 Salı

Nagazaki - Eric Faye

Sel Yayınları'ndan bu sene çıkan kitap 88 sayfa, son zamanlarda atom bombasının arka planına ilgi duyuyorum bu konuda henüz aydınlatıcı bir kitap bulamadım ama, her neyse Nagazaki isimli bu kitabın arka kapağında da 'arka planda atom bombasının yarattığı izlere de değinen kitap' şeklinde bir ibare vardı, işte en çok bu nedenle ilgimi çekmişti Nagazaki. Kapağının da çok hoşuma gitmiş olduğunu itiraf edeyim. Ödül (Grand Prix du Romain De L'académie De Française)almış bu kitabın konusu gerçek bir olaya dayanıyor, zaten kitabı okuyunca ben de hemen olayı hatırladım. Bakınız haberin orijinali bu. 2008 yılında yalnız yaşayan bir adam evinde davetsiz bir misafir olduğunu hisseder, bir süre doğa üstü varlıklardan bile şüphe eden adam sonunda evini işyerinden kamera ile izlemeye başlar ve bir gün gerçekten kamerada yaşlı bir kadın görür, derhal polisi arar. Eve gelen polis kullanılmayan bir odanın yüklüğünde gizlenmiş kadını bulur. Kadın ev sahibinin evini kilitlemeden gittiğini fark ettiği bir gün içeri girer ve adamın yalnız oluğunu görünce kalmaya karar verir, yakalanmadan bir yıla yakın evde yaşamayı başarır. Mahkemenin ardıdan 58 yaşındaki kadın 5 ay hapis cezasına çarptırılır. İşte hikaye bu, ama yazar ödül almış bu kitabında olayı böyle bir romana çevirmeyi başarmış. Kitap hapisten çıkan yaşlı kadının adama yazdığı mektupla son buluyor. Kısa ama etkileyici öykü, okuduktan sonra da kafamızı meşgul etmeye devam ediyor. 58 yaşındaki bir kadın nasıl olur da tek başına sokakta yaşar? Adam kadını polise şikayet etmek yerine onu uyaramaz mıydı? Yoksa onun için daha iyi olacağını düşünerek mi hapise girmesine göz yumdu? Yaşlı kadın hapisten çıktıktan sonra ne olacak? gibi sorular beni epeyi düşündürdü. Hoş bir kiatp, okunabilir:)

10 Eylül 2014 Çarşamba

Kıran Kırana - Amelié Nothomb

Amelié Nothomb 1967 doğumlu Belçikalı bir yazar. Diplomat olan babası nedeniyle hayatının ilk 5 yılını Japonya’da geçirmiş, daha sonra başka bir sürü ülke gezmiş olsa da Japonya’ya duydupu sevgi ağır basmış ve daha sonra bir sure Japonya’da yaşamış sanırım. Genç yaşına rağmen (2002 yılında basılmış olan kitapta yazdığına göre) 37 roman yazmış. Kıran Kırana romanıyla da Fransız Akademisi Büyük Ödülü’nü kazanmış. Yazarın daha önce Ne Adem Ne Havva isimli kitabını okumuş ve nedense çok beğenmiştim. 119 sayfalık bu roman yine yazarın Japonya deneyimlerine dayanıyor. Yazarımız 22 yaşındayken Japonya’nın en büyük şirketlerinden biri olan Yumimoto’da işe girer, son derece hiyerarşik bir düzene sahip şirkette kendisinin üstü Bayan Mori’dir, garip bir hayranlık duyduğu bu kadın kendisinden 7 yaş büyüktür ve bir Japon kadını olarak mükemmeli temsil etmektedir ama bazı olaylar kahramanımız ve Bayan Mori’nin arasının açılmasına sebep olur. Kitap, kahramanımızın bu şirkette yaşadığı mantık sınırlarını zorlayan, ancak ‘Japon olmak’ ile açıklanabilecek durumları anlatıyor, bir taraftan da bunların sosyolojik temellerine kafa yoruyor. Kısa ama sıcak ve size içine alan bir roman, kahramanın sadeliği, neşesi, içtenliği ve alçak gönüllülüğü hemen okurda sempati uyandırıyor, kısacası benim çok beğendiğim bir roman oldu, tavsiye ederim. Eğer bunu seversenz Ne Adem Ne Havva’yı da öneririm, keyifli okumalar :)

6 Eylül 2014 Cumartesi

Kebikeç Duası

Kitap alışverişlerimi her zaman www.kitapyurdu.com'dan yapıyorum, hem fiyatları uygun, hem biriken puanlarınızla hediye alabiliyorsunuz, hem de müşteri bağlılığı size ek indirimler kazandırıyor, kesinlikle çok seviğim bir site. Üstelik her zaman paketinizden küçük sürprizler çıkabiliyor, mesela sürpriz kitaplar, yeni çıkan bir kitabın tanıtım bölümü veya üçü bir arada kahveler gibi, bunlar beni çok mutlu eden küçük jestler. Bunun yanı sıra kitap ayraçları ise her alşverişinizde geliyor. Ancak son alışverişimde gelen ayraç diğerlerinden farklıydı ve ben bu ayraça 'bayıldımm':) Resimde gördüğünüz ayraç tasarım olarak da içerik olarak da çok farklı, sayfanın üstüne takabileceğiniz şekilde tasarlanış ve gelelim üzerinde yazana; 'Kebikeç Duası'. Altında yazanlar şöyle;

"Birçok el yazması eserin kapağında ya da ilk sayfasında rastladığımız 'Yâ Kebikeç' ifâdesi, kitapların böceklerden, güvelerden korunması maksadıyla yazılmış bir nevi 'kitap tılsımı' olarak meşhurdur. Çünkü Kebikeç, kitaplar kurtlanmasın, böcekler, güveler kemirmesin diye kitabın kapağına kondurulan bir çeşit efsundu.

Biz de Kitapyurdu Ekibi olarak 'Yâ Kebikeç' çalışmasını özellikle hat sanatının zirve isimlerinden Fuat Başer'e özel yazdırdık. Kitap Ayracı olarak hazırlanmasının daha anlamlı olacağını düşündük.

Tılsımlı olduğuna inanılan bu ismin, kitapları her türlü haşerâttan koruyan efsâne bir canlı olduğuna inanılsa da; Kebikeç, kitap kurtlarının şâhı olarak biliniyor.

Kitaplara 'Yâ Kebikeç' yazılması bir nevi "Ey kurtçuk, bu kitap sana âit değil. Başkasının malına zarar verme!" ikâzıdır. Tabi kitap kurtlarının, efendilerinin ismini kitabın üzerinde görünce "Bu kitap efendimizin himayesinde" diyerek yaklaşmayacağı düşünülmüştür."

İşte ben bu yazıya bayıldım. İşlerini sadece ticaret olarak görmeyip kitaplar seven ve müşterilerini mutlu eden Kitap Yurdu'na çok teşekkür ederim:)

4 Eylül 2014 Perşembe

Brahms Dinleyen Kedi - Lilian Jackson Braun

Oğlak Yayıncılık’ın Maceraperest Kitaplar serisi polisiye, macera ve gerilim severleri oldukça tatmin eden bir seri, Clive Barker’dan tutun Sue Grafton’a dünyada pek çok takipçisi olan bir çok yazarın kitaplarını burada bulmak mümkün. Geçenlerde okuduğum Firavunun Laneti de bu seridendi. Yazarın 1987’de yazdığı kitap Oğlak Yayınları’ndan 1999’da çıkmış. Yazarin diğer kitapları Kanape Atıştıran Kedi, Çenesini Tutamayan Kedi, Kırmızı Gören Kedi diye devam ediyor. Benim kitabı keşfetmem Sade ve Derin Deep’in bir yazısında ‘Tersten Okuyan Kedi’ kitabının ismini zikretmesi sayesinde oldu, çok şirin bulduğum bu ismin peşinden gittim ve yazarla tanışmak için kendime bu kitabı seçtim:)

206 sayfalık bu kitapta kahramanımız sanıyorum yazarın diğer kitaplarında da olduğu gibi gazetece Jim Qwillerian. Şehir hayatından bunalan ve kafasını dinlemek isteyen Jim, annesinin çok eski arkadaşı olan Fanny Teyzesinden davet gelince, onun Kazmalı Kasaba’daki kulübesinde bir sure kalmayı Kabul eder. Amacı hem dinlenmek hem de romanını yazmaktır ama kedi duyularına sahip adam daha ilk günden öyle şüpheli şeyler fark eder ki, zaten olayların devamı da çorap söküğü gibi gelmeye başlar. Tabi bunları çözerken Jim’in en büyük yardımcısı iki siyam kedisi Koko ve Yum Yum’dur.

Bu şirin polisiyeyi okurken hiç canınız sıkılmayacak, bir kadın duyarlılığı ile yazılmış olduğu hemen anlaşılan kitap polisiye anlamında çok tatmin edici olmasa da, dediğim gibi keyifli vakit geçirmenizi garanti ediyor:)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...