30 Aralık 2016 Cuma

Kozalak Adam

Eveet, kış çoktaan geldi, kozalaklar sardı dört bir yanımızı. Öyle hoş bir şekilleri var ki onları kullanabilecek bir çok şey bulmak mümkün, özellikle kapı süslerinde bol bol kullanılıyor. Pinterest'te aşağıdaki işlere rastladığım günden beri aklımda benzerlerini yapmak var. Gördüğünüz gibi kendimce bir şeyler yaptım ben de. Ufaklığın başı için uygun bir şey bulamayınca (aklıma pinpon topu geldi ama hem büyük olacaktı hem de sabitlemem zor olacaktı), ben de bu küçük yılbaşı süsünü fimo ile kaplayıp pişirdim, ucundaki halka da sabitlememi kolaylaştırdı, bolca silikonla adeta adamımıza bir boyun yapıp sabitledim. Sonra keçeden başlık diktim, onu da atkısını da yapıştırdım, kurumuş biberiye dalından da kollarını yapıştırdım. Son derece zevkli bir iş yapması, şimdi elimdeki diğer kozalağı da yapmak istiyorum, iki kardeş olsunlar:) Aşağıda Pinterest'ten bulduğum işler de çok sevimli ama, telden bacak da yapılabilir aslında ama o tellerin üzerinde kozalağımızın ayakta nasıl duracağını çözemedim, yoksa onu böyle şirin botlar da dikmek isterdim:) UYuyan kozalaklar da çok şirin gerçekten. Yalnız bence tüylü keçelerden yapmak daha iyi olur, daha şirin oluyor:)) Bir de ben atkıyı çok kalın kesmişim, kozalağı bayağı bir kapatmış, neyse bir dahakine buna dikkat ederim artık.

Pinterest'ten bulduğum ilham verici Kozalaklı işler:))

Kozalakları çok sevdim, gerçi şehirde kozalak bulmak pek kolay olmuyor ama işte buldukça toplamak lazım, topladıkça da değerlendirmek lazım. Aslında hiç bir şey yapmadan bile oldukları gibi kozalakları salonunuza koyabilirsiniz.

Size sarılıp öpecekmiş gibi duran Kozalak Adam'ın size bir mesajı var; "Size sağlık, mutluluk, huzur ve sevgi dolu, muhteşem bir 2017 dilerim. Sizi çok seviyoruum. :))

24 Aralık 2016 Cumartesi

Büyülenmiş Adam - Sommerset Maugham

Yazarın daha önce Renkli Peçe romanını okumuştum. O roman o kadar hoşuma gitmişti ki yazarın başka kitaplarını da okumak aklımdaydı. 'Ay ve Altı Para' veya diğer adıyla 'Büyülenmiş Adam' yazarın çok bilinen bir başka romanı. Yazar bunu 1919 yılında yazmış. Benim okuduğum versiyonu Akay Kitapevi'nden 1944'de çıkan baskısı. İncecik karton kapağı olan bu kitap şu an parça parça:)

Renkli Peçe yazımda kısaca yazar hakkında vermiş olduğum bilgiyi buraya da almak isterim;
"Somerset Maugham 1874-1965 yılları arasında yaşamış, oldukça üretken bir İngiliz yazarıdır. Çağdaşlarının aksine süslü değil sade bir yazım tarzını benimsemiş olduğundan belki de çok okunan bir yazardır. Daha çok insanların hikayelerinden etkilenmiş ve eserlerinde de farklı hayat hikayelerine yer vermiştir, eserleri pek çok kez sinemaya uyarlanmıştır. Renkli Peçe de kendisinin bilinen ve sevilen bir eseridir."

Büyülenmiş Adam'ın başında çevirmeni İhsan Cemal Karaburçak'ın (kitabı Bedii Karaburçak ile birlikte çevirmiş) çok güzel bir önsözü bulunuyor, kitabın anlaşılmasına katkıda bulunan bir yazı. Kitap başka bir isim altında ünlü Fransız ressam Gauguin'in hayatını anlatıyor, tabi gerçek nerede bitiyor kurgu nerede başlıyor, ressamın gerçek biyografisini okumadığım için bilemiyorum. Yazar Strickland isminde İngiliz bir adamın iki çocuğunu, güzel karısını, mesleğini, sosyal statüsünü bir kenara atarak herkese boş bir hayal olarak görünen ressam olma sevdasının peşine düşüşünü anlatıyor, yazarın romana verdiği orijinal "ay ve altı para" da bunu anlatıyor aslında, bir tarafta aya benzetilen ulaşılmaz hayaller diğer tarafta süfliliği vurgulayan altı para. Anlatıcımız ise onun hayatını kaleme almak isteyen bir yazar. Strickland önce beş parasız Fransa'ya gidiyor. Bu arada yazar çoğunlukla yan karakterler üzerinde de durarak onların hayatlarını da anlatmış. Örneğin Madam Strickland, başlarda yazar ve Madam Strickland'ın aşk yaşayacağını düşünmüştüm mesela, veya ressam Stroeve... Strickland bir çok insanın hayatını darmadağın ediyor, çok tuhaf karakterli bir adam. Üstelik onun tüm sanat aşkına rağmen kimse onun resimlerine değer vermiyor, hatta çirkin buluyor. Ama o yılmıyor, sanat aşkıyla bu sefer Tahiti'ye , orada yaşadıkları da çok ilginç. Ama sonuçta sanatı, sağlığında hiç takdir görmüyor, öldüğünden sonra anlaşılıyor kıymeti, ve çok zor koşullarda yaşıyor.

Kitabı beğendim diyebilirim, açıkçası beni çok etkilemedi, nedense kitabı net bulmadım, kabaca gerçek bir sanat aşığı olan adamın yaşadığı zorlu hayat ve başkalarına bu uğurda yaşattıkları gibi, diyebilirim. Ama yan karakterlerden ziyade sanatçının yaşadığı ilginç şeylere odaklanmayı tercih ederdim. Her ne kadar bu kişiler romandaki yazarın Strickland'ın hayatını yazacağı kitap için ressamla ilgili hatıralarını anlatıyor da olsalar bana romanın derinliğini azalttıkları izlenimi verdi, Strickland'a yakınlaşamadım yani. Yine de ilginç bir kitaptı. Keyifli okumalar dilerim.

18 Aralık 2016 Pazar

Merih’te Panik – Robert Heinlein

Robert Heinlein ünlü Amerikan bilim kurgu yazarı, hatta bilim kurgunun öncülerinden, bir klasik. Ben kitabın Merih’te Panik ‘in Atak Yayınevi’nden çıkan baskısını okudum, yayın yılı…. Eser daha önce Yeni Dünyalar yayınevi’nden Merihten Saldıranlar adıyla çıkmış. Kitabın adı her ne kadar Merih’te Panik olsa da aslında Merih’te panik falan yok, neden böyle bir isim tercih etmişler anlamadım, zaten kitabın orijinal ismi The Puppet Master.

Kitabımız 192 sayfa. Konusu şöyle, 2017 yılındayız, ajan Sam özel olayları araştırmakla görevlidir. Teşkilat şefi son olarak onu insanların sırtına yerleşen uzaylı parazitlerle mücadele etmekle görevlendirmiştir, bu davada ona Mari isimli son derece güzel ve becerikli kadın ajan eşlik edecektir. Ancak konuyu araştırmak da çözmeye çalışmak da son derece zordur, çünkü iri bir sıçan boyutundaki parazitler kurbanların sırtına yerleşmektedir, ve giysilerin altından bunun görülmesi çok zordur. Üstelik bu parazitler kurbanların beyinlerindeki bütün bilgilere erişip onları istedikleri gibi idare edebilmektedirler. Sam ve Mari dünyayı bu parazitlerden kurtarmak için ellerinden geleni yaparken aşka düşmekten de kurtulamazlar…

Hemen her yerde rastlayabileceğiniz türden Mayk Hammer soslu bu bilimkurgunun sanırım özelliği türünün ilk örneklerinden bir klasik olması, bu açıdan denenebilir. Keyifli okumalar dilerim.

Resim:http://www.x-bilinmeyen.net/mynet_resimlerim/merihte_panik.k.jpg

13 Aralık 2016 Salı

Alsancak Börekçisi – Sadık Yemni

Sadık Yemni anlatımını sevdiğim bir yazar. Açıkçası Alsancak Börekçisi’ni alırken konusunu çok bilmiyordum, hem ismi hem de kapağı çok hoşuma gitmişti. Kapakta görüldüğü gibi yağlı boya bir resim kullanılmış, kapak tasarımını yapanın ismi var ama kapaktaki resmin kime ait olduğu yazmıyor. Kitabımız, Alsancak Börekçisi, Nar Kitap’tan Ekim 2013’te çıkmış, 151 sayfa. “Özgürlükler şehri Amsterdam’da Euro Türkiyelilerin Hikayesi” alt başlığına sahip kitabın türü “anı-roman” olarak belirtilmiş.

İzmir’li Sefer, 70’li yılların ortasında okumak için Amsterdam’daki dayısının yanına gider, tabi hayatını sürdürebilmek için para da kazanması gerekmektedir, burada önce dayısının konfeksiyon atölyesinde çalışır sonra da yine dayısının ortak olduğu börekçide çalışır. O kadar yoğun çalışmaktadır ki hayat hiç anlamadan geçip gitmektedir. Ancak börekçide çalışmak ona birçok türde insan tanıma fırsatı sunmaktadır. Özellikle Amsterdam’daki hemen hemen bütün Türkler için börekçi bir buluşma, tanışma mekanıdır. Anlatıcımız Sefer özel hayatından da bahseder, kız arkadaşlarından, kaldığı evden ve evini paylaştığı ev sahibi Romano’dan da.

Yazarımız Sadık Yemni de 1975 yılında kahramanı Sefer gibi dayısının yanına Amsterdam’a gitmiş ve 1975 yılından beri de orada yaşamaktaymış. Sefer gibi o da pek çok işte çalışmış, hatta ilk romanını köprü bekçiliği yaparken geçirdiği sıkıcı saatlerde yazmış.

Alsancak Börekçisi yazarın eğlenceli diline rağmen maalesef beni çok cezbetmeyen bir kitap oldu, belki de içerdiği konular ilgimi çekmediği için. Kitabın sonu ise aceleyle bitirilmiş gibiydi, keşke örneğin Sefer’in börekçideki son gününü anlatarak bitirseymiş yazar, dedim. 70’lerde Avrupa’daki Türklerin hayatını merak ediyorsanız beğenebilirsiniz, keyifli okumalar dilerim.


8 Aralık 2016 Perşembe

Kaçan Ayna – Giovanni Papini

Kaçan Ayna’yı uzun zaman önce sevgili blogger arkadaşım Deep Tone yazmıştı (yayının linkini vermek isterdim ama ilgili yazısını silmiş sanırım:), kendisi her zaman böyle orijinal kitapları keşfeder, bloguna göz atmak isterseniz; www.sadevederin.blogspot.com. Bu kitap da, o yazdığından beri okuma listemdeydi. Kaçan Ayna daha önce Dost Kitabevi’nden çıkmış, yine “Babil Kitaplığı” dizisi şeklinde, tabi uzun yıllar önce, zaten Kaçan Ayna, Nadir Kitap’ta oldukça yüksek fiyata satılıyordu. Bu yıl Babil Kitaplığı, Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yeniden basılmış. Ben Babil Kitaplığı’ndan Katip Bartleby’ı uzun yıllar önce okumuştum. Babil Kitaplığı’nın özelliği ise bu seriyi Jorge Luis Borges’in hazırlamış ve kitaplara önsöz yazmış olması.

Önce Papini’den bahsedeyim, kitabın başında verilen bilgiye göre İtalyan yazar 1881-1956 yılları arasında yaşamış. Kütüphanecilik, öğretmenlik yapmış, felsefe ve edebiyata yakınlık duymuş, öyküler ve edebiyat eleştirileri yazmış. En meşhur eserlerinin başında Gog geliyor, bu eser birinci dünya savaşı sırasında servet edinen bir Amerikalı milyarderin dünyayı gezme serüvenini konu alıyor. Yazarın hayatından şu cümle de enteresan; “Ülkesinde yükselen faşizmi destekleyen yazar, savaş sonrası değişen siyasi ve kültürel iklimde unutuldu.”

103 sayfalık kitapta 10 hikaye bulunuyor, bu hikayelerin özelliği sıradan hayat içinde deneyimlenen fantastik gariplikler içermesi, ama bu hikayeler aslında sadece o garip olaya odaklanmıyor, o olayların gerisindeki felsefi konuyu da düşünmeye itiyor sizi. Benim en çok ilgimi çekenler ilk hikaye olan Havuzda İki Yansı, Kimsin Sen? ve Ödenmeyen Gün.

Havuzda İki Yansı da kahramanımız bir gün havuzda kendisinin yansımasına bakarken yıllar önceki halinin de yansımasını görüyor ve yıllar önceki haliyle arkadaş oluyor ama kendisini o kadar sığ ve dayanılmaz buluyor ki, ondan kurtulmak istiyor. Gerçekten çok ilginç bir düşünce bu ve de bana kalırsa doğru. Kimsin Sen? de ise kahramanımızı aniden kimse tanımaz oluyor. Ödenmeyen Gün’de yıllar önce gençliğinde hayatının bir senesini hasta bir kıza bağışlayan kadın, verdiği borcu taksit taksit geri alıyor ve yaşlılığın uzun ayları arasında gün gün gençliğine geri dönüyor…
Kitaptan oldukça keyif aldım, dediğim gibi sizi sık sık durup düşünmeye zorluyor. Değişik bir şeyler okumak isteyenlere tavsiye ederim, keyifli okumalar:)

7 Aralık 2016 Çarşamba

Hikmet Hükümenoğlu Söyleşi ve İmza Günü !!

Bu pazar çok sevdiğimiz yazar Hikmet Hükümenoğlu Kuzguncuk'ta Nail Kitabevi'nde son romanı Körburun'u anlatacak ve romanını imzalayacak. Çok keyifli olacağını tahmin ediyorum, müsaitseniz sizi de bekleriz:)


6 Aralık 2016 Salı

YOLO Dünyası için Geri Sayım Başladı!

haydar-colakoglu-yolo-uygulama


Ulaşımda En Pratik Yol O!  sloganı ile yola çıkan ve Uber’in karşılaştığı en güçlü rakip olan girişim YOLO için geri sayım başladı. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yoğun ilgi gören şehir içi, konfor ve kaliteyi birleştiren yolculuklar sağlayan platformlara bir yenisi daha ekleniyor. Kısa süre içinde hayatımızda farklı bir yer edinmeyi hedefleyen girişimin adı YOLO.


YOLO, şehir içinde lüks segment araçlar ile şehir içi VIP taşımacılık hizmeti veren ve sektöre çok iddialı girerek diğer rakiplerine nazaran çok farklı iş modeli ve kazanç vaat eden bir mobil uygulama. Dünyada Uber modeli olarak bilinen mobil uygulamanın Türkiye versiyonu olarak planlanmış olan YOLO, uzun süren Ar-Ge çalışmaları sonucunda ortaya çıkmış.


YOLO’yu dünyadaki benzerlerinden farklı kılan en önemli özellik TR’de hukuksal altyapısının sağlamlığı ve farklı kazanç modelleri. YOLO, hem kullanıcılara, hem de iş ortaklarına sağladığı yeni nesil bir iş modeli ile kısa sürede yola çıkıyor.


haydar-colakoglu


YOLO, TEB Holding ve Çolakoğlu Grup Yönetim Kurulu Üyesi Haydar ÇOLAKOĞLU başkanlığındaki güçlü yatırımcı ve yönetim kadrosu ile de dikkat çekiyor. Yönetim kademesindeki 12 kişilik tecrübeli ekibin, 1 yıl süren çalışmaları sonucu ortaya çıkardıkları YOLO, şehir hayatına yeni bir soluk getirmeyi planlıyor. 


haydar-colakoglu-teb-genel-mudur



Ulaşımdaki zorlukları keyif ve konfor ile çok uygun koşullarda sunmayı hedefleyen ekip adına konuşan YOLO Yönetim Kurulu Başkanı Haydar ÇOLAKOĞLU şunları söyledi;


“Günümüzde temel ihtiyaçlarımızdan biri olan şehir içi konforlu seyahatin hızlı, güvenli ve ucuz olarak sağlanabilmesi başlangıç noktamızdı. Bununla birlikte, kayıt dışı kalan birçok seyahatin kayıt altına alınarak vergilendirilmesi, sektörde hukuksal altyapının sağlamlaştırılması yeni düzende yeni normallere alışan bizler için çok önemli. İşlerimize teknolojiyi en verimli şekilde entegre etmek hem kullanıcılarımıza hem de iş ortaklarımıza yüksek kazanç sağlayacaktır.


YOLO yüzde yüz yerli yapım bir uygulamadır. Amaçlarımızdan biriside bu iş modelini hızlı bir şekilde ülke dışında da kullanılan bir marka yapmaktır. YOLO’nun temel felsefesi bundan ibarettir. 


Kendi kurucularımızın sağladıkları desteklerin yanında, henüz başlangıç aşamasında iken Los Angeles merkezli bir yatırım şirketinden 16 milyon dolar değerleme ile bir kısım yatırım aldık. Kendileri ile yaptığımız çalışmalar sonucunda da “you only live once” baş harflerinden oluşan YOLO isminde karar kıldık. Bunun yanısıra Los Angeles, San Francisco, Londra ve Zürih merkezli yatırımcı grupları ile de görüşmelerimiz devam etmekte. Bu güç birliği platformu ile hem UBER gibi bir dünya devine rakip olacak, hem de Türkiye’den bir dünya markası çıkartabilmek için çalışacağız.


haydar-colakoglu-yolo-turkiye


Başlangıç gününde 300’ün üzerinde araç ile hizmet verecek olan YOLO ile kullanıcılar, tek tuş ile araç çağırabilecek, ulaşım ücretlerini kredi kartları ile ödeyebilecekler. Araçta unuttukları herhangi bir eşyanın güvende olduğunu bilecekler. Yıl sonu hedefimizde 1000’i aşkın araçla hizmet vermek var.


Bu uygulamaların yanısıra yolcularımızı çok özel kampanyalardan da faydalandıracağız. Farklılıklarımız, ilk günden bu ayrıcalıklar ile görülecek. Kasim ayında acilacak beta surumu ile İstanbul`un bazi seckin mekanlarinda yapilacak test surusleri ile hizmete baslayacak olan uygulama üzerinden özellikle tanıtım günlerimizde kayıt yaptıran yolcularımıza 15 Aralık - 4 Ocak tarihleri arasında ücretsiz ulaşım hakları, çeşitli promosyonlar sağlayacağız. Açılışa özel bu kampanya gibi birçok büyük kurumdan da kampanya desteği alan YOLO ile yolculuklarınızın standartları değişecek. YOLO’yu hepinize tavsiye ediyorum. YOLO dünyasına hoş geldiniz.”


GooglePlay ve AppStore dan indireceğiniz uygulama sayesinde YOLO dünyasında siz de yerinizi alın. Detaylı bilgi ve iletişim için www.yolo.com.tr adresinden YOLO’ ya ulaşabilir @yolo_turkiye Instagram adresinden de takip edebilirsiniz.


 

Bir boomads advertorial içeriğidir.


2 Aralık 2016 Cuma

Fimo İle Minyatür Kupa

Fimo hamurları çıkalı, meşhur olalı herhalde en az 10 yıl olmuştur. İlk çıktıklarından ben de hevesle kavanoz kapakları, resim çerçeveleri süslemiştim fimoyla ama doğrusu fimodan obje yapmak nedense aklıma gelmemişti. Geçenlerde youtube'da gezinirken çok hoş bir videoya rastladım ve ben de denemek istedim. Hemen gittim uzun yıllar sonra ilk kez fimo aldım. Fimolar inanılmaz pahalılanmış tabi, şok oldum, neyse ki bir sepette indirimlileri satılıyordu, şansıma onlar arasında istediğim renkleri bulabildim. Ama zaten işinizi bitirdikten sonra akrilik boyayla istediğiniz renge boyayabilirsiniz, bu da sonradan aklıma geldi.


Evet, minyatür bir sıcak çikolata kupası yaptım, üzerinde kreması, marshmellowları, kenarında süs şekerleriyle çok şirin bir şey oldu. Ama videoda yapılan kadar güzel olmadı tabi:) Videoda çok kolaymış gibi görünüyor, 10 dakikada yapılacak bir şeymiş gibi, ama gelin görün ki öyle kolayca pürüzsüz bir yüzey elde edilemiyor, benimki Kaptan Mağara Adamı'nın kupası gibi oldu:)))


Neyse bir şekilde yaptım, kupanın sapı da fırında aşağı doğru inmiş, üstteki kremanın beyaz fimosu pişince hafif şeffaf ve sarımtırak oluyor, onu da beyaza boyadım, en son hepsinin üstüne de cila sürdüm. Videodaki gibi sıvı fimo kullanmadım, onun küçük bir şişesi 40 TL'ydi, zaten kremadan benim fincanın içi gözükmüyor. Yine de şirin oldu, masamın üzerinde bu şirin fincana bakmak beni mutlu edecek..:)



Video linkleri :https://www.youtube.com/watch?v=RJSxHSBfKy8&t=16s
https://www.youtube.com/watch?v=tTWTxMmM8EM

27 Kasım 2016 Pazar

Arçelik Geri Dönüşümü Sanat ile Buluşturuyor!


“Dünyaya Saygılı, Dünyada Saygın” vizyonuna sahip Arçelik geri dönüşüm  konusunda farkındalık sağlamak amacıyla geçtiğimiz günlerde çok özel bir sergiyi hayata geçirdi ve geri dönüşümü sanat ile buluşturdu. Bu sergi ile Arçelik’in geri dönüşüm tesislerinden elde edilen malzemeler Türkiye’nin önde gelen sanatçıları ve tasarımcıları tarafından fonksiyonel sanat eserlerine dönüştürüldü.  Arçelik, bu proje ile geri dönüşüm konusunda farkındalık sağlarken, aynı zamanda tasarım konusundaki uzmanlığına da dikkat çekmiş oldu.


 

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Abanoz Kule – John Fowles

John Fowles’ın daha önce Fransız Teğmenin Kadını ve Koleksiyoncu isimli romanlarını okumuştum. İletişim Yayınları’ndan 1990 yılında çıkan Abanoz Kule, 125 sayfa , daha çok uzun hikaye sayılıyor. Yazar bunu 1974 yılında yazmış. Kitabın başında çevirmen Münir H. Göle’nin “John Fowles Üzerine” isimli yazısı bulunuyor. Yazının ilk cümlesinde öykünün “çağdaş Kelt öyküsü” olduğu yazılmış. Burada yazdığına göre Fowles öyküleme konusunda yetenekli olduğunu belirtiyormuş. Yazıda yine Fowles’in ağzından şu altınıya yer verilmiş; “kurgu okurunun istemediği tek şey bütün soruların karşılık bulması; kitabın en önemli işlevi gizemden çok, okuyucunun doldurmak zorunda kalacağı boşluklar yaratmak ve beynin en karanlık, en güç ulaşılan köşelerinde yeşeren yaratıcılığı uyandırmak.” Ne kadar doğru, ne kadar güzel bir söz. Bu bilinçte olan bir yazarın yazdığı kitap da o derece zevkle okunuyor işte…

Fowles bir söyleşide “ Yaşam bizi öylesine ürkütücü şekillerde koşulluyor ki, varolmanın doğasının altında ne yattığını sezmemiz son derece güçleşiyor. Bugünün toplumundaki rollerimizle gitgide kafese tıkılıyoruz; en önemli şeyin rolün ötesini görebilme olduğunu düşünüyorum… İnsanların çoğu koşullanmayı seviyor, buna karşın hepsi de daha özgür olmayı diliyor. Sanırım her şeyi düzene sokmak ve sınırlı bir yaşam şekli onları daha mutlu kılıyor,” demiş.

Fowles’un Jung’dan da etkilendiği de anlaşılıyor yazıdan.
Gelelim konumuza, hikaye 125 sayfa olsa da oldukça derin. İngiliz ressam aynı zamanda eleştirmen olan orta yaşların başındaki David Williams, hakkında yazdığı kitap için ünlü ressam Breasly’le görüşmek üzere onun Fransa kırsalındaki çiftlik evine gider. Yaşlı ve huysuz ressam Breasley İngillizdir ancak uzun yıllar önce bazı olaylar onu memleketini terk etmeye zorlamıştır, son zamanlarda itibarı iade edilmeye çalışsa da bu adamın ruhundaki acılığı geçirmeye yetmemiştir. Breasley kahyası, hizmetçisi ve ona eşlik eden torunu yaşındaki iki genç ve güzel kızla beraber yaşamaktadır. David çiftliğe vardığında iki kızı çırılçıplak güneşlenirken görür. Mutlu bir evliliği, düzenli bir yaşamı olan David’in bu ahlaksız yaşayışları nedeniyle gerek yaşlı ressam gerek kızlar hakkındaki ilk izlenimleri olumsuzdur. Ama sonrasında hem ressamı hem de kızları daha yakından tanımaya başlayınca her şey değişir, hatta David kendi “abanoz kule”sinde süregiden yaşamını da sorgulamaya başlar.

Ben bu hikayeyi çok beğendim, cinsellik karakterler arasında gerilim yaratmak için ustaca kullanılmış, belki biraz da okuru çekmek için, ama karakterler oldukça derin, özellikle Fare oldukça merak uyandırıcı bir tip. David’in başta yargıladığı olaylar onu kendisiyle yüzleşmeye zorluyor. Sonuç, yazarın yukarıda alıntıladığım sözüne çıkıyor, ben çok da fazla katılamıyorum buna ama, nihayetinde bunlar da insanı duygular ve David böyle hisseden bir adam olabilir tabi. Bu arada hikayede resim konusunda da ciddi tartışmalar yapılıyor ki sanırım Fowles’ın ressamlık yönü de var. Kısacası ben kitabı beğendim, beni tam da yazarın amaçladığı şekilde düşündürdü. Size de tavsiye ederim. Bundan sonra yazarın Büyücü ve Yaratık isimli kitaplarını da okumak istiyorum. Keyifli okumalar.



22 Kasım 2016 Salı

Jane Austen Kitap Kulübü – Karen Joy Fowler

Yıllar önce bu kitabın film uyarlamasını izlemiştim ve çok hoşuma gitmişti, geçenlerde internet kitap alışverişimde 4,5 TL’ye düştüğünü görünce hemen aldım tabi. İnkılâp Yayınevi’nden 2008’de çıkan kitabımız toplamda 304 sayfa. Roman 272 sayfa sürüyor, kitabın sonuna romanda geçen Jane Austen romanlarının kısa özetleri eklenmiş, ayrıca Jane Austen’in yakın çevresinin romanları hakkındaki yorumları, geçmişten günümüze tanınmış kişilerin Jane Austen hakkındaki fikirleri ve bir de kaynakça da mevcut.

Gelelim romanımıza; Jocelyn ve Sylvia orta okul yıllarından beri arkadaş olan orta yaşın sonlarında iki kadındır. Sylvia kocası tarafından terk edilince Jocelyn onu eğlendirmek ve oyalamak amacıyla bir Jane Austen okuma grubu oluşturmaya karar verir. Grup Sylvia’nın kızı Allegra, yakın bir tanıdık olan yaşlı Bernadette, hırslı bir Austen okuru olan Fransızca öğretmeni Prudie ve son olarak grubun tek erkek üyesi, Jocelyn’in bir gezi sırasında tanıştığı Grigg’den oluşmaktadır. California’da yaşayan bu altı kişi her ay birinin evinde toplanıp bir Austen romanını tartışırlar. Tabi bu arada onların geçmişteki ve şimdiki hayatlarına da şahit oluruz.

Karen Joy Fowler (nedense hep genç biri olduğunu düşünmüştüm:)

Yorumuma geçmeden önce kitabın yazımıyla ilgili beni çok şaşırtan bir şeye değinmek istiyorum, romanda hep grubun altı kişi olduğundan bahsediliyor, çoğu zaman üçüncü şahıs anlatıma yer veriliyor olsa da bazı yerlerde “gittik, biz gittikten sonra” vs. gibi sanki anlatıcı grubun içinden biriymiş gibi yazılmış, hâlbuki anlatıcı gruptaki kişilerden biri değil, buna çok şaşırdım, böyle bariz bir hatanın bunca yolu düzletilmeden gelmiş olması inanılmaz. Bunun dışında kitap gerçekten hoş ama sanırım ben filmi daha çok beğendim.

Filmi seyrettiğimde böyle bir kitap kulübüne dahil olmaya çok özenmiştim, gerçekten romanda da bunun keyfi hissediliyor. Kitabın kapağında da Alice Seabold’un “Elimde olsa bu kitabı yerdim,” şeklindeki yorumuna yer verilmiş, herhalde kendisi de kitabın çok keyifli olduğunu demek istemiş burda :)) 2007 yapımı filmin imdb puanı 6,8 bu arada. Kısacası vaktiniz olursa şans verebileceğiniz bir kitap, keyifli okumalar dilerim:)


15 Kasım 2016 Salı

Görülmeyenler - Roy Jacobsen

Bu kitabı yine severek takip ettiğim blogger arkadaşım Gül Hanım'ın blogunda görmüştüm, onun bu kitapla ilgili yazısını Kitap Gibi blogundan okumak için tıklayınız.
Yazarımız 1954 doğumlu, Norveçli, pek çok ödül almış, üretken bir yazar. Yapı Kredi Yayınları'ndan 2016'da çıkan kitap 179 sayfa. Son zamanlarda okuduğum en özgün roman olduğunu söyleyebilirim bunun. Arka kapak yazısı şöyle;

"Norveç'in yaşayan en önemli yazarlarından Roy Jacobsen'den modern bir destan... Görülmeyenler, ülkenin kuzeyindeki küçük bir adada denizin ve gökyüzünün güçleri arasına sıkışmış beş kişilik bir balıkçı ailesinin 1913'ten 1928'e uzanan etkileyici hikayesini sunuyor okura; doğa da, Barroy ailesine verdikleriyle ve aldıklarıyla bir tür anti-kahraman olarak yerini alıyor romanda: Yaralı eller, ısırıcı soğuk, el emeğini bir anda paramparça eden fırtınalar ve hiç sözü edilmeyen duygular... Ödüllü yazar Jacobsen, içe işleyen yalın anlatımıyla belirsiz siluetleri görünür kılarken, okuru küçük şeylerin kırılganlığına ve büyüklüğüne uyandırıyor."


Görülmeyenler hem biçim hem de konu olarak son derece ilginç. Öncelikle olaylar şimdiki zamanla anlatılmış.Bu arada kitapta olayların geçtiği yılla ilgili bir bilgi yok. Barroy ailesi, yani baba Martin Barroy, oğlu Hans ve karısı Maria, kızları küçük Ingrid veHans'in pek normal olmayan kız kardeşi Barbro, ana karadan 2 saat uzaklıktaki küçük Barroy adasında yaşamaktadırlar, etraflarında pek çok irili ufaklı ada vardır. Kitaba baktığımızda ana bir konu yok gibidir, Barroy ailesinin gündelik hayatını okuruz. Günler hep aynıdır neredeyse burada, çok zorlu bir hayattır bu, erkekler balık tutar, ağır işleri yapar, kadınlar hayvanlarla ilgilenir, yemek yapar, balık ağlarını onarır ve bunun gibi işlerle ilgilenir, küçük Ingrid'in bile yapması gereken işler vardır. Zamanla değişimler de olur, aile bireyleri ölür, yerine yenileri gelir, bu bitmeyen bir döngüdür. Kitapta yukarıda da dediğim gibi Barroy ailesinin yaşamından 15 yıllık bir kesiti okuruz. Acımasız doğa şartlarına karşın, sert görünen aile üyeleri aslında son derece insancıldır. Beni kitapta en çok bu etkiledi, insanların doğayla uyum içinde yaşarken doğru ritmi bulduklarını hissettim. Barroy'ların zor, sade ama tatmin edici yaşamları, bir fincan kahvede buldukları mutluluk ve huzur bana biraz yaşamımızı sorgulattı, yazarın da bunu amaçladığını görebiliyorum. Çok keyifli ve huzurlu bir kitaptı. Aslında özellikle kitabın başlarında, sürekli, "acaba ne olacak, acaba bu ailenin başına bir kaç sayfa sonra hangi felaket gelecek?" diye okudum, onun yerine muhteşem bir yaşam kesiti çıktı, çok da güzel oldu.

Kısacası farklı bir şey okumak isterseniz, mutlaka tavsiye ederim. Keyifli okumalar dilerim.


13 Kasım 2016 Pazar

Karışık Düşünceler

Merhaba, bildiğiniz gibi bu blogda kitaplar ve edebiyat haricinde çok nadiren bir şey paylaşıyorum. Ama içim o kadar dolu ki, burada sizlerle paylaşırsam biraz rahatlarım diye düşündüm. Çünkü bu konu beni geceleri uykusuz bırakacak kadar düşündürüyor. Birkaç hafta önce korkunç bir çocuk tacizi vakasıyla sarsıldık. Tabi ki bu ilk değildi. Ülkemiz yanlış bilmiyorsam kadın cinayetlerinde dünyada birinci, ensest ve çocuk tacizinde de ilk üçte, ne kadar korkunç bir istatistik bu! Ben de bir anneyim ve şimdiden çocuklarımın geleceği için endişe duyuyorum. Neye güvenip çocuklarımı anaokuluna, okula göndereceğim, neye güvenip onları bakkala göndereceğim? İçim rahat etsin deyip çok korumacı bir anne olsam onların gelişimine, bağımsızlığına engel olmuş olurum… Zaten her hangi bir çocuğun kötü bir şey yaşadığını düşünmek bile korkunç.

Neden böyle diye düşündüm biraz. Yemek, hayatta kalmak, cinsellik, şiddet insanın temel dürtülerinden. Yani her insanda bu dürtüler var, hayvanlarda olduğu gibi… Hayvanların yaşamı tamamen dürtüler üzerine, biz insanlarınsa muhakeme yetenekleri var, dürtülerimiz dışında bizi inandığımız doğrular yönlendiriyor, mesela aç bir insanın ilk yaptığı şey yemek çalmak değil, çalmak onu hapse götürebileceği için daha ahlaki çözümler arayabilir, bir yerden yemek isteyebilir. Hayvan içinse çalmak diye bir kavram yok, açsa açlığını herhangi bir yolla gidermek ister hemen. Çocuk tacizi tabi ki cinsellik ihtiyacı ile açıklanamayacak korkunç bir sapkınlık, veya ensest.

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine baktığımızda en altta temel dürtüsel ihtiyaçlar var, onun üstünde güvenle yaşamak var, onun üstünde sevilmek, kabul görmek, onun üstünde kendini gerçekleştirmek vs… Temel ihtiyaçları karşılanan kişi için güvenle yaşayabilme ihtiyacı önem kazanıyor vs… İşte bizim toplumuzda çoğunlukla kabul görmekten sonrası gelmiyor pek… Kabul görmenin üstünde yer alan kendini gerçekleştirmek yani “bütün bir insan olmak, ilkeleri doğrultusunda yaşayabilmek” ve sonrasında “eser vermek” lüks bir ihtiyaç oluyor. Yaşamın temeli olan “bir amaç doğrultusunda yaşamak” toplumumuzun çok az bir kısmına nasip olmuş… Sanki toplumca, değerlerimizi yitirdik. Aklı başında bir insan için namuslu, başı dik bir yaşam sürmek bol para içinde, lüks bir hayat yaşamaktan daha önemli olmalı, veya bütün dürtülerinin tatmin olmasından, ama şu an başka bir yaşam tarzı hakim, lüks bir restoranda çekilen selfimizin instagramda kaç beğeni aldığıyla ölçtüğümüz bir “toplumsal başarı” skalası geçerli artık. Topluma, başka insanlara yararlı olmayı geçtim bir şey üretmenin takdir görmesi çok gerilerde kaldı. Ülkemizin durumuyla toplumun durumu paralellik gösteriyor zaten, ülke olarak da üretmiyoruz artık, dışarıdan alıyoruz.

Adaletsiz gelir dağılımı, değişen toplumsal değerler kişinin yargılarını alt üst ediyor sanki ve bambaşka bir gerçeklik ortaya çıkıyor. Kısacası korkunç bir değişim yaşıyoruz, ülke olarak her şeyi baştan programlamalıyız, belki o zaman gelecekte bir şeyler değişebilir, belki o zaman bazı olaylar onyılda bir yaşanan istisnai olaylar olarak karşımıza çıkar… Tabi bunlar çok karmaşık ve iç içe geçmiş konular ama birileri el atmalı artık bu işe, sosyologlar, psikologlar, devlet yetkilileri bu işe eğilmeli, insan hayatı, bir çocuğun hayatı her şeyden kıymetlidir.

11 Kasım 2016 Cuma

İtalyan Kızı - Iris Murdoch

Son aylarda kendimi Iris Murdoch'a kaptırdığımın farkındasınızdır belki:) Türkçe'de yayınlanmış bütün kitaplarını edindim. İtalyan Kızı da 1972 yılında e yayınları'ndan çıkmış, 211 sayfa. Yazarsa kitabını 1964 yılında yazmış, kendisinin sekizinci romanı. Kitabın orijinal ismi de "The Italian Girl".

Önce konusunda bakalım, 30'lu yaşlardaki Edmund ölüm haberini aldığı annesinin birlikte yaşadığı ağabeyi Otto'nun yanına gider. Taş oymacısı olan Otto, karısı Isabel ve 16 yaşındaki Flora ile birlikte ailesinden kalan evde yaşamaktadır, bir de tabi küçüklüğünden beri evde hem bakıcılık hem yardımcılık yapan, birinin gidip birinin geldiği "İtalyan Kızları" vardır, o sırada mevcut olanı Maggie'dir. Otto'nun asistanlığını yapan David ve kız kardeşi Elsa ise aynı bahçede bulunan eski yazlık evde kalmaktadırlar.

Anlatıcımız Edmund'un isteği zaten çok da bağlılık hissetmediği annesi Lydia gömülür gömülmez oradan ayrılıp evine dönmektir. Ama bu mümkün olmaz çünkü herkesin Edmund'dan beklentileri vardır, yengesi Isabel kötü giden evliliğini rayına koymak ister, Otto'nun, Flora'nın, Elsa'nın hepsinin umudu Edmund'dur, "ne zamandır bekliyorduk seni," diye karşılarlar onu. Zaten Edmund'un öğrendiği sırlar gidişini mümkün kılmaz.

Her bölümü müthiş bir sırrın açığa çıkmasıyla biten bu romanı çok sevdim,

Yazarın daha önce okuduğum kitaplarıyla ilgili yazılarımın linki, kitapların yayın yılı ve Good Reads puanlarıyla (5 üzerinden) birlikte şöyle;

Kesik Bir Baş (1961) (GR: 3,74)
İtalyan Kızı (1964) (GR: 3,38)
Rüya Sakinleri (1969) (GR: 3,74)
İkilem (1995) (GR: 3,15)

Ama doğrusu bu puanları pek tutarlı bulmuyorum. Benim şu ana kadar okuduklarım içinde en sevdiğim Rüya Sakinleri oldu, ondan sonra İtalyan Kızı geliyor, en az İkilem'i sevdim, Kesik Bir Başı ise ondan biraz daha fazla sevdim:) Bu arada İtalyan Kızı ismini kitaba çok uygun bulmadım, bütün kitaba hakim olacak bir karakter değildi bence. O yüzden ben olsam kitabın adını Arzu Yolu veya Bir Ölünün Ardından koyardım, özellikle "Bir Ölünün Ardından" kitapta olayları etkileyen iki önemli ölüm olduğundan özellikle iyi bir isim olurdu bence:))

Ayrıca İtalyan Kızı uzun süre de tiyatro oyunu olarak sergilenmiş. Zaten olayların evde geçmesi, birinci kişinin ağzından anlatıldığı için sınırlı bakış açışıyla oyuna dönüştürülmek için ideal bir kitap. Keyifli okumalar dilerim.

Resim: 1971'de Cornwall'da gösterilen İtalyan Kızı oyunundan bir kare.
http://archive.questors.org.uk/prods/1971/italiangirl/page.html

5 Kasım 2016 Cumartesi

Kül Olmuş Gölgeler – Kamila Shamsie

Bu kitabı bloğu “kitap gibi”yi severek takip ettiğim blogger arkadaşım Gül Akça’nın tavsiyesiyle okudum ve gerçekten iyi ki okudum dediğim bir oldu. Gül Hanım yazarın Taşlarda Gizli Tanrılar isimli kitabını anlatırken, bu kitabından da bahsetmiş, yazısı için buyurun..

Yazarı ilk defa duydum, kitabın arkasında 1973 Pakistan doğumlu olduğu yazıyor, bu kitabıla prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Orange Prize’a aday gösterilmiş. Kitabın konusuyla ilgili olarak da “9 Ağustos’tan 11 Eylül’e uzanan şiddet döngüsünün hem bireylerin hem de insanlığın ortak vicdanında bıraktığı yaraların izini sürüyor,” denmiş.

Bilge Kültür Sanat Yayınlar’ından Nisan 2012’de çıkan kitap 400 sayfa. İlk bölüm 1945’de geçiyor, 20’li yaşlardaki Hiroko Tanaka ile o sıralar eniştesinin mülküne göz kulak olmak için Nagazaki’ye gitmesi istenen Konrad Weis’le birbirlerine aşık olmuşlar ve evlenmeye karar vermişlerdir, ancak bu plan Nagazaki’ye atılan atom bombası sonucu mahvolur, çünkü Konrad ölür, Hiroko da yaralanır. İki sene sonra Hiroko onu ülkesine bağlayan bir şey kalmadığını görünce, Konrad’ın sık sık bahsettiği Delhi’de yaşayan üvey kızkardeşi İlse ve eşi James Burton’un yanına gitmeye karar verir. Burada James Burton’un asistanlığını yapan Sait’le tanışır ve bu aşk onu İstanbul, Pakistan, Afganistan ve NewYork’a taşıyan bir maceranın kapısını açar. 1945’de başlayan hikaye 2002’ye kadar gelir. Bu arada Burton’ların oğlu Harry, onun kızı Kim, Sait ve Hiroko’nun oğlu Raza da hikayeye dahil olurlar.

Yazar özellikle Müslümanlara karşı duyulan önyargı, üçüncü dünya ülkelerindeki kötü yaşam şartları, terör ve şiddet olayları gibi konuları da vurgulamış. Özellikle kitabın sonunda bu noktalar ağır basıyor.
Kitabı dediğim gibi çok beğendim, sadece sonlarda Raza’nın maceralarında biraz sıkıldığımı itiraf edeyim, son bölümlerde biraz mesaj kaygısı olmuş sanki, ama kitabın geneline bakınca da bu bölümlerin kitabın bütünlüğü için gerekli olduğu görülüyor. Kısacası değişik bir şeyler okumak isterseniz mutlaka tavsiye ederim, keyifli okumalar.

1 Kasım 2016 Salı

Bir Daha Bak – Jodi Picoult

April Yayıncılık’tan 2010’da çıkan kitabımız 495 sayfa. Kapağın üzerinde “NewYork Times Bestseller” yazıyor. Arka kapaktaki tanıtımında ise “Çoğu eleştirmene göre 21. Yüzyılın en iyi romancısı” yazıyor. Yazar gerçekten oldukça popüler, son derece ilginç konuları işliyor romanlarında. Bir Daha Bak yazarın… romanı.

Fazla uzatmadan kitabın konusuna geleyim, kitabımız Amerika’nın Vermont eyaletinde geçmekte. Spencer Pike kendisi ne ait araziyi satmak ister ancak arazide bir hayalet görülmüştür ve inşaat işleri sırasında beklenmeyen aksaklıklar olmaktadır. Bunun üzerine bir “hayalet avcısı” olan Ross’a ulaşmışlardır. Ross’un ablası da olayların geçtiği Comtostook kasabasında XP (ileri derece güneş alerjisi) hastası oğlu Ethan ile yaşamaktadır. Vermont aynı zamanda 1931 yılında, Henry Perkins isimli gerçekten yaşamış bir profesörün Irk Islahı Çalışması adı altında insanları kısırlaştırma çalışmaları yaptığı eyalettir, bu sözde çalışmalar özellikle Kızılderili ve Çingene nüfusunu azaltmak için yapılmıştır. Irk Islahı Çalışmalarının gerisinde pek çok dram yatmaktadır. Bunlardan biri de Lea Pike’ın ölümüyle ilgilidir. Ross’un hayalet avcılığı acaba bu sırları ortaya çıkartabilecek midir?

Doğrusu konu oldukça çetrefilli, tüm karakterlerden kısaca bahsetmek bile paragraflar sürer. Kitabı beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Hele de uzun bir kitap olunca beğeni düzeyim harcadığım zamanla orantılı olarak azalıyor. Irk Islahı Çalışmaları konusu ilginçti, ama bu olay sadece arka planda kullanılmış. Kitapta sadece Lea Pike’ın yaşadıklarının anlatıldığı kısım ilgimi çekti. Kitabın başları özellikle hiç okuru çekmiyor, sıkıcı bir başlangıç yapılmış. Ross oldukça kasvetli bir karakter ve yine okuru sıkıyor, onunla ilgili kısımlarda da sıkıldım. Ayrıca hayalet konusu açıklığı kavuştuktan sonra kitabın sonuna kadar yine oldukça uzun bir kısım var, işin ayrıntı kısmı için de oldukça uzun bir kısım ayrılmış, ki zaten geri kalan karakterler de hiç merak uyandırmadığı için bu bölüm yine sıkıcı. Bu yazardan başka bir roman okumak istediğimi sanmıyorum. Siz bu yazarı okumuş muydunuz, beğendiğiniz romanları var mı?

26 Ekim 2016 Çarşamba

Iris'e Ağıt - John Bayley

Iris Murdoch, bildiğiniz üzere İrlanda asıllı İngiliz felsefeci ve romancı. 1919'da doğmuş ve 1999 yılında Alzhemier hastalığından hayatını kaybetmiş. Eşi John Bayley kendisinden 6 yaş küçük, yazar ve eleştirmen. Iris ve kocası John her şeyden önemlisi birbirlerinin en yakın arkadaşlarıymış, Iris hastalanınca ona eşi John bakmış. Hem eşiyle yaşamlarını hem de eşinin hastalık sürecini Iris'e Ağıt kitabında anlatmış John Bayley. Bir de Iris Murdoch'un eşiyle son günlerini anlatan 2001 yapımı Iris isimli film bulunuyor.

211 sayfalık kitap Dünya Yayıncılık'tan 2004'te çıkmış. Kitap Iris ve John'un tanışmalarından başlıyor, nasıl evlendikleri, ilişkilerinin nasıl olduğu, yaşam tarzları, beraber yapmayı sevdikleri şeyleri anlatırken Iris'in bazı romanlarının ortaya çıkış şekilleri, hangi roman karakterlerinin kimlerden ilham aldığı ayrıntıların yanı sıra John Bayley'in bir eleştirmen olarak dikkatini çeken başka yazarlarla ilişkileri de kitapta zaman zaman yer alıyor. Son bölüm ise Iris'in hastalığının ortaya çıkışı, John Bayley'in bununla nasıl başa çıktığını anlatıyor. Gerçekten insanın sevdiği, aşık olduğu kadının gözlerinin önünde eriyip gidişini, başka biri haline gelişini izlemek çok korkunç olmalı. Kitap 1997 yılının sonunda bitiyor. John Bayley 2000 yılında tekrar evlenmiş, 2015 yılında ise hayatını kaybetmiş.

Bailey ve ikinci eşi

Kitap bir Iris Murdoch biyografisinden ziyade John Bayley gözünden anlatıyor yazarı, daha çok bir çözümleme gibi. Kitap güzeldi ama yine de çok etkilendiğimi söyleyemem, okunabilir bir kitap. Keyifli okumalar dilerim.

Resim 1:http://i.telegraph.co.uk/multimedia/archive/03173/bayley_3173595b.jpg
Resim 2:http://i.telegraph.co.uk/multimedia/archive/03172/John-Bayley_3172674c.jpg

20 Ekim 2016 Perşembe

Mitolojik Astroloji & Psikoloji – Gülden Bulut

Mitoloji eskiden beri çok ilgimi çeken bir konu, pek çok kitap okumuşluğum var. Son zamanlardaysa takım yıldızların mitolojik öyküleri ilgimi çekmeye başladı. Eski insanlar gökteki yıldızların şekillerini bir şeylere benzeterek bunlara mitolojik öyküler atfetmişler. Örneğin Orion takım yıldızı, avcı Orion’u temsil ediyor, Akrep takım yıldızı ile Orion takım yıldızı gökte aynı anda görülemez, çünkü Orion kendisini sokmak isteyen akrepten kaçar…

İşte bu hikayeleri merak ettiğim için aldım bu kitabı. Yazarı Gülden Bulut aslen kimya mühendisiymiş. Zodyak Yayınları’ndan 2014’te çıkan kitap 319 sayfa, arkasında sözlük ve kaynakça kısımlarıyla beraber 354 sayfayı buluyor. Ayrıca yayınevi kitapla beraber 2016 – 2017 ve 2018’eait önemli gök olaylarının tarih ve detaylarını içeren bir de ayraç göndermiş.

Kitap yedi bölümden oluşuyor. İlk bölüm atsroloji, mitoloji ve psikoloji ilişkisini açıklıyor. Özellikle Jung’un arketipleri ve kolektif bilinçaltı konuları üzerinde durulmuş. İkinci bölüm Eski Dünya Kozmogonisi, yani evrenin oluşumu mitosu üzerine. Bu kısımda Sümer, Babil, Mısır ve Yunan yaratılış mitosları anlatılmış, bu mitolojilere göre mitolojik tanrıların aile ilişkileri verilmiş. Üçüncü bölüm gezegenler üzerinde, bildiğimiz gibi gezegen isimleri (Roma mitolojisi) mitolojik tanrılardan geliyor. Bu tanrıların kişilikleri ile gezegenlerin özellikleri arasındaki parallelikler gösterilmiş ve bunların astrolojik yansımalarına yer verilmiş. Dört, beş ve altıncı bölümler sırasıyla oniki burcun elementleri (ateş, toprak, hava, su), nitelikleri (öncü, sabit, değişken) ve polaritelerini (dişi, erkek) açıklamış. Yedinci bölümde ise oniki burcu anlatmış, özellikle arketipler ve mitoloji ile zenginleştirilmiş anlatım.

Kitabı çok beğendim, oldukça ilginç, astroloji zaten ilgimi çeken bir konuydu ama bunun ortaya çıkışı, mitoloji ve psikoloji bağlantısı bunu çok çok daha ilginç hale getirmiş. Doğrusu keşke kitabın kapsamı daha geniş olsaydı dedim. Örneğin okuduğum bazı yazılarda ana gezgenler dışında Antares, Aldebaran, Regulus gibi kraliyet yıldızlarının da astrolojik etkileri olduğunu okudum, mesela bunlarla ilgili kısımlar da olsaydı kitapta keşke…

Kısacası bu konulara ilginiz varsa seveceğiniz bir kitap. Ben bu konuda başka kitaplar da okumak isterim. Bu kitabı astromarket.com’dan aldım, yayınevinin diğer kitaplarını da bu adreste bulabilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim.

16 Ekim 2016 Pazar

Sönmüş Yıldızlar - Reşat Nuri Güntekin

Her Reşat Nuri kitabının yorumuna aynı şeyleri yazıyorum ama, çok sevdiğim bir yazar, biraz huzur bulmak istediğimde okuduğum bir yazar. Nostaljiyi, eski Türk filmlerini seviyorsanız, eski zamandaki hayatı merak ediyorsanız mutlaka okumalısınız. Yazardan daha önce okuduğum kitaplar (bunu biraz da kendime not olarak yazıyorum) Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi, Eski Hastalık, Kızılcık Dalları, Damga, Yaprak Dökümü ve Kavak Yelleri.

Son Sığınak'ı İnklâp Kitabevi'nin 1980 baskısından okudum. 1956'da vefat eden yazarın bu kitabı 1961'de yayınlanmış. Kavak Yelleri ve Kan Davası da yazarın aynı yıl yayınlanan diğer eserleri. 174 sayfalık kitap 21 hikayeden oluşuyor. İlk bir kaç hikaye karşılıklı yazılmış mektuplar biçiminde kaleme alınmış. Bunun yanı sıra oyun tarzında karşılıklı konuşmalardan oluşan hikayeler ve yine düz yazı biçiminde hikayeler de var. Ana konu genellikle yanlış anlaşılmalarla mutsuzluğa sürüklenen aşıklar, kaderin beklenmedik oyunu ile mutsuzluğa sürüklenen aşıklar vs. Hikayelerin hepsinden birer Türk filmi çıkar:) Ben çok beğendim, yazarın dili muhteşem. Bundan sonra okumak üzere elimde Son Sığınak var. Edebiyatımızın büyük ustası Reşat Nuri Güntekin'in mümkün olduğunca diğer eserlerini de okumak istiyorum. Keyifli okumalar.

Bu arada İnklâp Kitabevi'nin bu kapaklarını çok seviyorum, hem resimler hem kapak tasarımı çok hoşuma gidiyor:)

12 Ekim 2016 Çarşamba

Bilinmeyen Hitler - Aytunç Altındal

Aytunç Altındal adını sık sık duyduğumuz araştırmacı gazeteci yazardır. Sözcü Gazetesi, yazar hakkındaki bir haberde kendisini şu şekilde tanımlamışlar;

Aytunç Altındal tarih ve politika alanında faaliyet gösteren Çerkez asıllı gazeteci, yazar ve araştırmacı olarak bilindi. Dinler, felsefe, gizli örgütler ve sair konularda birçok makale ve kitap yazmıştı. Para ve Vatikan denildiğinde de akla ilk gelen isimdi. Ünlü Fizikçi Isaac Newton'un bugüne kadar hiç bilinmeyen bir kitabını da yayınlayan Altındal, Uğur Mumcu'nun ‘Sakıncasız' adlı eserinin de yapımcılığını üstlendi. Altındal 1964'ten başlayarak Haber, Akşam, Cumhuriyet, Yeni Halkçı, Ulus, Günaydın, Yenigün gibi gazetelerde yazılar yazdı.

Yazar maalesef Kasım 2013'de şaibeli bir şekilde kanserden hayatını kaybetmiş, iddiaya göre 15 gün içinde birden bire kansere yakalanıp hatta dördüncü evreye ulaşmış. Yazarın özellikle gizli örgütler hakkındaki yazılarından dolayı daha önce de ölüm tehditleriyle karşı karşıya olduğu biliniyormuş.

Kitabımız Yeni Avrasya Yayınları'ndan 2000 yılında çıkmış, 4 ayda 4 baskı yapmış, eminim sonrasında da art arda yeni baskılar yapmıştır. 254 sayfa olan kitabın metin kısmı 198 sayfa, sonrasında ekler ve kaynaklar yer alıyor.

Hitler ölümünden uzun yıllar sonra gerek geçmiş, gerek hayatındaki gizemli olaylar olsun en çok merak edilen isimlerin başında geliyor. Kitap üç bölümden oluşuyor, ilk bölüm "Büyükannenin günahı". Aslen Avusturya'lı olan Hitler'in aile geçmişi de en az kendisininki kadar ilginç. Babası Alois'in annesi ve babasının kimlikleri konusunda hala şüpheler var. Kimilerine göre Yahudi kökenli, kimilerine göre anne ve babası akraba. En ilginci ise, Hitler yönetime geçer geçmez yaptığı ilk iş büyükanne ve büyükbabasının mezarlarının olduğu o küçük köyü tanklarla dümdüz etmek. Bunun sebepleri konusunda da çeşitli görüşler var, bir kısmına göre kayıtları yok etmek, bir kısmına göre babası Alois'i küçük yaşta terk eden büyükannesine ceza vermek vs. Ancak gerek baba Alois olsun gerek oğlu Hitler olsun çoğu zaman hiç bir dayanak olmadan gizemli bir şekilde istedikleri noktalara gelmişler. Örneğin baba Alois gerekli hiç bir evrak olmadan ismini değiştirmiş, yine aynı şekilde ilkokul mezunu olduğu halde Gümrük Müdürlüğü yapmış. Hitler ise Avusturya vatandaşıyken Alman ordusuna katılmış, bir onbaşı olduğu halde yüzbaşından bir görevi yerine getirmesi rica edilmiş ve daha bir sürü ilginç olay...

İkinci bölüm "Bay Kurt"ta ise Hitler'in akıl almaz önsezileri, spiritüel konulara düşkünlükleri gibi "gizemli" konulara değinilmiş. Hitler'in yükselişi, ona destek olanlar, bu kişilerle ilişkileri anlatılmış.

Son bölüm "Esrarengiz Baron" ise Baron Sebottendorf üzerine. Bu kişi, Hitler'in geri planda destekleyen Thule örgütünün kurucusudur. Bir süre Türkiye'de de yaşayan Baron, Türkçe öğrenip dilimizde kitaplar yayınlamış, Meksika fahri konsolosluğu da yapmıştır. Kitabın bu kısmı tamamen baron ve ilişkileri üzerinedir.

Son derece yoğun bir araştırma ürünü olan kitap benim çok ilgimi çekti. Yalnız son bölüm diğerlerinden daha az merakımı uyandırdı. Bir de Hitler'in gizli yönüne daha çok yer verilmesini isterdim, bildiğim ama kitapta yer almayan anekdotlar vardı mesela. Gerçi kitap daha çok Hitler'in gizli örgütlerle bağlantısı ve o konuma nasıl geldiği üzerine. Sıkılmadan okuyacağınız ilginç bir kitap, tarihi olayların gelişimini anlamak için son derece faydalı. Keyifli okumalar dilerim...

7 Ekim 2016 Cuma

Kış Yolculuğu – Amélie Nothomb

Amélie Nothomb sevdiğim bir yazar, daha önce Ne Adem Ne Havva, Kıran Kırana, Sınır Tanımayan Cesetler ve Açlığın Biyografisi isimli kitaplarını okumuştum. Uzun zaman önce, sanırım geçen yaz, bu kitabını Migros’ta indirimli görünce almıştım ancak ince bir kitap olmasına rağmen hakkında olumsuz yorumlar okuduğumdan uzun süre elim bu kitaba gitmedi. Geçenlerde kitaplığımı karıştırırken elime gelince, eh bir deneyeyim bari deyip okumaya başladım.

Doğan Kitaplar’dan Ekim 2012’de çıkmış olan kitap 97 sayfa. Kapak tasarımını Geray Gencer yapmış bu arada, ben çok beğendim, cuk oturan bir kapak gerçekten

Konumuza gelirsek, Zoile elektrik idaresinde çalışan eksantrik bir genç adamdır, bir gün Astrolabe isminde çok hoş bir kadınla tanışır ve ondan çok hoşlanır, duyguları karşılıksız sayılmaz ama bu ilişkinin önünde çok büyük bir engel vardır; Astrolabe hayatını zihinsel geriliğe sahip yazar Aloise’e adamıştır, onunla birlikte yaşar ve onun tüm bakımını üstlenmiştir. Zoile önce aşkı için mücadele etmeyi seçer ama Astrolabe aşkı için hiçbir özveride bulunmaz, bu durum Zoile’in içinde korkunç bir dürtüyü uyandırır…

Ben kitabı çok beğendim, Sınır Tanımayan Cesetler’e göre çok daha iyi bir kitaptı benim için. Nothomb’un kitapları sıradışı kurgularının yanı –belki de daha çok- satır aralarındaki cümlelerle okuru kendine bağlıyor, yazarın yer yer absürt dilini çok eğlendirici buluyorum. Yazarın tarzını seviyorsanız bence bu kitabını da seversiniz, gayet kolay okunan bir kitap. Bu arada Kış Yolculuğu ismi Schubert’in aynı adlı eserinden geliyor. Keyifli okumalar dilerim:)

30 Eylül 2016 Cuma

Kadük - Yiğit Turhan

Kadük, Okuyan Us Yayınları'nın Üç Günlük Dünya Edebiyatı serisinden mart 2015'de çıkmış. Üç Günlük Dünya Edebiyatı serisi genç yazarların ilk romanlarından oluşuyor, bu seriden daha önce Başar Öztürk'ün Atanamayanlar romanını okumuştum. Önce Yiğit Turhan'ı kısaca tanımakta fayda var, kendisi moda camiasında ünlü biri diyebiliriz. Yazarımız 1986 doğumlu, Bilkent'te Elektrik- Elektronik Mühendisliği okuduktan sonra Milano'da Pazarlama Yönetimi yüksek lisansı yapmış ve sonrasında da modada dijital pazarlama sektöründe çalışmaya başlamış, bu alanda başarılar kazanmış. Kadük yazarın ilk romanı.

375 sayfalık roman korku türünde. Kısaca konusundan bahsedelim; kahramanımız Leman orta yaşının sonlarına yaklaşan, köklü Karaışık ailesine mensup, tanınmış bir ressamdır. Son derece sorunlu bir hayatı vardır, çok aşık olduğu kocası Vedat kokain bağımlılığından kurtulamaması ve biraz da çocuğu olmadığı için terk etmiştir. Sanat hayatında ilhamını kaybetmiştir. Ve tabi ki içindeki dayanılmaz çocuk özlemine rağmen bütün çabaları boşa çıkmıştır. Onu çok seven ağabeyi Hasan da bu duruma çok üzülmektedir. Bir gün Hasan kardeşine büyük bir müjdeyle gelir, Daphne Fruit Market isimli bir şirket insanlara çeşitli amaçlar için çalıştırmak üzere küçük çocuklar temin etmektedir, şirketin çocukları sadece ve sadece çalıştırılmak koşuluyla vermesine rağmen Leman asıl niyetini gizleyerek buradan biri kız biri erkek iki çocuk alır. Çocukların gelişiyle hayatı inanılmaz bir mutlulukla dolar ama zamanla bazı gariplikler de olmaya başlar, yolunda gitmeyen bir şeyler vardır... Üstelik olaylar Leman'ın geçmişiyle de bağlantılıdır.

Yiğit Turhan


Benim yorumuma gelirsek; ben Kadük'ü çok beğendim, o kadar ustaca yazılmış ki yazarın ilk romanı olduğuna inanmak zor. Hele de korku gibi oldukça zor bir türde böyle bir eser vermek takdire değer. Okuduğum yorumlarda kitabın sonuna dair eleştiriler okudum ancak ben aksine sonu çok beğendim, tüm olayların bir belgeselle açıklığa kavuşturulması harika bir fikir. Yazarın romanı ne kadar bir sürede yazdığını merak ettim, yanılmıyorsam üniversite 3. sınıfta başlamış yazmaya. Romandaki olaylar o kadar birbirine bağlı ki hiç bir yarıntı havada kalmıyor, bu da bana yazarın uzun bir süre romanı üzerinde kafa yormuş olduğunu düşündürdü. Yazarı gerçekten tebrik ediyorum, üstelik uzun bir romanda her şeyi gayet iyi toparlamış. Değişik bir şeyler okumak isterseniz bu kitabı mutlaka tavsiye ederim. Keyifli okumalar!

Resim 2: https://media.licdn.com/mpr/mpr/shrinknp_200_200/AAEAAQAAAAAAAAi1AAAAJDA0NzhhZWRkLWUzMzEtNDZmYy1iNDY0LTE2Zjk4YTM4ZDMyMQ.jpg

26 Eylül 2016 Pazartesi

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç – Hüseyin Rahmi Gürpınar

Zamanında Mehmet Ali Erbil’in İrfan Galip rolünü oynadığı filmi izlemiş ve çok sevmiştim. Dolayısıyla Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’ı okumak aklımdaydı. 1910 yılında yazılmış bu eserin telif hakkı çoktan beri olmadığından pek çok yayınevi tarafından basılmış. Ben Alter Yayınevi’nden 2015 Haziran baskısını okudum. Doğrusu dizgisi oldukça kötüydü.

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın daha önce Gülyabani isimli romanını okumuştum, birkaç tane de ismini şu an hatırlayamadığım romanını okumuş olabilirim. Kendisi daha çok güldürü türünde eserler vermişse de hayatı zorlu geçmiş. Üç yaşında annesini kaybedip Girit’e babasının yanına gönderilmiş, altı yaşında babası evlenince tekrar İstanbul’a anneannesinin yanına gönderilmiş. Lisede ciddi bir rahatsızlık geçirince okulu bırakmak zorunda kalmış. Sonrasında çeşitli işlerde çalışmış, çoğunlukla hayatını yazarak kazanmış. Milletvekilliği de yapmış olan yazarımız 51 yaşından, rahmetli olduğu 80 yaşına kadar hayatını Heybeliada’da sürdürmüş.

Gelelim esere, 75 yılda bir yörüngesi dünyanınkiyle çakışan Halley kuyruklu yıldızının 1910 mayısında yine gelişi beklenmektedir, gazetelerde çeşitli kıyamet senaryoları yazılmakta, halk büyük bir korku içinde sözde kıyamet gününü beklemektedir. İrfan Galip isimli okumuş, bilime meraklı bir genç, halkın özellikle de kadınların korkusunu görüp onları aydınlatmak üzere evinde konferans vermeyi kararlaştırır. Haftada bir akşam kadınları toplayıp onların anlayacağı dilde Halley hakkında bilgilendirir. Kitabın büyük bir bölümü Galip’in bu konuşmalarından oluşuyor, ancak bu konuşmalarda onlara bilgi vereceğine Halley’le ilgili gördüğü rüyalarını anlatıyor! İşte ben işin bu kısmını anlamadım… Galip bu konuşmalarla kadınların ilgisini üzerine toplar ve bir gün isimsiz bir mektup alır bir kadından. Kadınların hayalini süsleyecek yakışıklı bir erkek olmadığından uzun zaman kadın düşmanı olan Galip bu mektuptan çok etkilenir, görmeden aşık olur mektubu yazana. İşte bir taraftan Halley’in korkusu, bir taraftan bu aşk Galip’i sudan çıkmış balığa çevirir.

174 sayfalık bu romanın ikinci yarısı da Galip ve kızın mektuplaşmalarından oluşur. Yazar gerçekten de 1910 yılında Halley hakkında gazetelerde çıkan korkutucu haberlerden esinlenerek yazmış bu romanı. Kitabın sonuna eklediği notta “Şu satırları okuyanlar içinde 1985 senesine kadar hayatta kalacak şanslılar varsa geçirdikleri şu tecrübeye dayanarak gelecek çocuklarımıza, yalancılara kulak asmamalarını tavsiye etsinler…” diye bir cümle var. İşte ben de şimdi diyorum ki, şu satırları okuyanlar içinde 2060 senesine kadar hayatta kalacak şanslılar … : )))) Bir klasik olarak okumak isteyebilirsiniz bu eseri, zaten Milli Eğitim Bakanlığı’nın tavsiye ettiği 100 temel eser içinde yer alıyormuş. Keyifli okumalar dilerim 

21 Eylül 2016 Çarşamba

Latife Hanım- İpek Çalışlar

Yıllar önce, Latife Hanım'ın hayatını anlatan bu kitap çıktığında çok merak etmiştim, hatta bir ara Latife Hanım ve Fikriye Hanım (yazarı Fatih Bayhan) kitapları yan yana satılıyordu. O dönem iki kitabı da almamıştım, ama bir sahaf alışverişimde Latife Hanım'ı görünce aldım. Gerçi bu "konsept kitap" başlığı ile satılan kısaltılmış versiyonu. Doğan Kitap tarafından basılan Latife Hanım, 2006 çıkmış, 127 sayfa.

Öncelikle yazar İpek Çalışlar'ı tanıyalım. 1947 doğumlu, Siyasal Bilgiler fakültesini bitirmiş. Gazeteci, TRT'de, Nokta Dergisi'nde (haber müdürü) çalışmış, Söz Gazetesi, Sokak Dergisi kurucularından. Cumhuriyet Dergi'yi çıkartmış. Latife Hanım kitabı ile Duygu Asena Ödülü'nü almış. Gazeteci Oral Çalışlar ile evli.

Latife Hanım kitabı, Atatürk ile bir süre evli kalan Latife Uşşaki'nin hayatını anlatıyor. 23 yaşındayken büyük bir hayranlık beslediği Atatürk'ün İzmir'deyken kendi köşklerinde misafir olmaları, çok kültürlü bir insan olan Latife Hanım'ın hem evin düzeni konusunda hem de Atatürk'ün resmi işlerinde kendisine yardımcılık etmesi, ikisinin birbirlerini yakından tanımasına ve etkilenmelerine vesile oluyor. Atatürk, Latife Hanım'a evlenme teklif ediyor, Latife Hanım da eskiden beri kolyesinde resmini taşıdığı Atatürk'e evet diyor. Çok kısa süre içinde evleniyorlar. Ancak bu kadar göz önünde olan bir evlilikle ilgili konuşulanlar çok. Latife Hanım'ın başına buyruk ve inatçı kişiliği evliliği zora sokuyor. Atatürk'ün sağlığını düşünerek yapmaya çalıştığı kısıtlamalar Atatürk'ü rahatsız ediyor ve derken evlilik bitiyor. Latife Hanım da Atatürk de üzülüyor ancak böyle olması gerektiğine inanıyorlar. Latife Hanım hayatının çoğunu Teşvikiye'de Atatürk'ün heykelini gören bir evde geçiriyor ve 1975 yılında vefat ediyor.

Latife Hanım'ın hayatını kısaca özetliyor kitap, kadın hakları için yaptığı uğraşlar dikkate değer gerçekten. Ama açıkçası ben kitabı sevmedim, bir şeyler eksikti, gerçi eminim kitabın uzun versiyonu çok daha etkileyicidir ama beni rahatsız eden bazı şeyler vardı kitapta. Bunlardan en önemlisi, zaten yazarın da konuyla ilgili dava edildiği Topal Osman hadisesi. Sözde Atatürk, Topal Osman çetesi evlerini kuşatınca Latife Hanım'ı kendisi zannedilsin diye evde bırakıp, kendisi de kadın kılığına girip Latife Hanım'ın kız kardeşi ile evden çıkmış.

Öncelikle kitaptaki olay sadece tek bir kişinin ifadesine, Latife Hanım'ın olay sırasında 17 yaşında olan kız kardeşi Vecihe İlmen'in anlattıklarına dayanıyor, ancak kitapta bu olay mutlak gerçekmiş gibi, anlatının başında bu ifadeye yer verilmeden anlatılmış. Bir kere bu tarzı yanlış buluyorum. Bu gerçeği kitabın sonunda Vecihe İlmen'in torunun yazara gönderdiği mektuptan öğreniyoruz. Bu kadar hassas bir konuda bu tür bilgiler mutlaka belirtilmelidir. İkinci olarak bu olaya ihtimal veremiyorum, hiç bir tarafından tutar göremiyorum böyle bir olayda, Atatürk gibi cesur bir insanın kaçması, en değer verdiği insanlardan birini bu şekilde tehlikeye atması pek de mümkün görünmüyor. Üçüncü olarak, böyle bir olay olmuş olsa bile bu kitapta yer almamalıydı, saygısızca buluyorum bunu.

Wikipedia'da şöyle yer almış;

Mustafa Kemal Atatürk'le iki buçuk yıl evli kalan Latife Hanım'ın hayatını araştırıp yazdığı Latife Hanım 2006'da yayımlandı. Kitapta, Latife Hanım'ın kız kardeşi Vecihe İlmen'in hatıralarına dayanarak, 1 Nisan 1923 gecesi, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey'i öldüren Topal Osman'ın Çankaya Köşkü’ne düzenlediği silahlı baskın sırasında, Atatürk’ün Latife Hanım’ın çarşafını giyerek köşkten kaçtığını ifade etmesi, Savcılık tarafından suç olarak görüldü; İpek Çalışlar ve onunla röportaj yapan Hürriyet Gazetesi Sorumlu Müdürü Necdet Tatlıcan hakkında 4,5 yıl hapis cezası istemiyle dava açıldı.

Bunun yanı sıra kitapta yine Atatürk'le bağdaştıramadığım bir takım ufak tefek şeyler de var, bunlar resmi bir kanıtı olmayan, kişilerin kendi ifadeleriyle aktarılmış anlatımlar, dolayısıyla kişilerin kendi özelliklerini yansıtan şeyler haline geliyorlar. Bunlar üzerinden kitap yazılması bana çok da doğru gelmiyor. Bir takım muğlak ifadeler kafalarda soru işaretleri oluşturuyor. Anlamsız vurgular yapılmış, mesela Latife Hanım'ın ölüm ilanında Mustafa Kemal'den "hiç söz edilmemiş", burada ne demek istenmiş anlamadım... İşte bunun gibi şeyler beni rahatsız etti... Başka bir bölümde Ordu Kumandanı Ali Sait Paşa'nın evinde yemektelerken, Atatürk paşanın eşi Naciye Hanım'a iltifat eder, ama yazar "Atatürk, Naciye Hanım'a kur yaptı," olarak yazmayı tercih etmiş, burada yorum farklı ortaya çıkıyor, iltifat etmek, bir centilmen gibi ev sahibesine nezaket göstermek ayrı bir şey evli bir kadına eşinin yanında kur yapmak ayrı bir şey, doğrusu yazarı ayıpladım. Yazarın bunları art niyetle yazdığını düşünmüyorum ama bir gazeteci mantığı ile üzerinde fazla düşünmeden, ilgi çekeceğini düşündüğü şekilde yazmış belki de...




15 Eylül 2016 Perşembe

Peki Bu Bayram Ne Yaptım? :)

Cevap taş boyama:) Aslında hepsini bu bayram yapmadım da size göstermek bugüne kısmetmiş. Öncelikle, kurban bayramınız kutlu olsun. Taş boyama uzun zamandır denemek istediğim bir şeydi. Geçen tatilde deniz kıyısından bol bol taş toplamıştım. İnternetten, pinterestten bulduğum ve gözüme kestirdiğim taş boyama resimlerini de bir kenara koymuştum. İşte aşağıda denemelerimi göreceksiniz. Soldakiler orijinaller sağdakiler de benim yaptıklarım. Maalesef fotoğraf çekme konusunda hiç iyi değilim.

Bu resimde hem soldaki hem sağdakiler bana ait değil, benim versiyonlarım bir sonraki resimde.

Aslında ayrı ayrı daha iyi görünüyorlar. Ortadaki benim favorilerimden biri:)

Burada daha ziyade esinlenme var:) Orijinali çok daha güzelmiş, ama belki orijinalinde kullanılan taş daha büyüktür çünkü bunda bile taşın küçüklüğünden dolayı boyamakta, daha doğrusu desen oluşturmakta zorlandım.

Favorilerimden! Flaşlı çeksem daha iyi olacaktı sanırım, biraz karanlık çıkmışlar ama çok sevimliler. Bıdıklarım bunlara bayıldı:)

İşte favorim, bunu çok sevdim:)) Bir de "eeyore" yapmıştım ama fotoğrafını çekememişim, bir arkadaşıma yolladım onu. Sizin favorileriniz hangileri? Devamı gelecek inşallah bu arada, çok sevdiğim bir hobi oldu birden taş boyama. Görüşmek üzere:)

12 Eylül 2016 Pazartesi

Kesik Bir Baş - Iris Murdoch

Iris Murdoch'un 1961'de (42 yaşındayken) yazdığı romanı Ayrıntı Yayınları'nın 1989 yılın basımından ve Serdar Rifat Kırkoğlu çevirisinden okudum. Daha önceki yazılarımda Murdoch'un kendisinden bahsetmiştim, yine vurgulayacağım en önemli yanı ise kendisinin Oxford Üniversitesi'nde eğitim vermiş bir felsefeci olduğu. Yazarın oldukça üretken olduğunu söylemek mümkün, ilk romanı Ağ'ı (Under The Net) 1954'te yayınladıktan sonra hızla başka romanlar da yazmış. Kesik Bir Baş yazarın 5. romanı.

205 sayfalık romana bakacak olursak, Martin 40'lı yaşlarının sonlarında maddi durumu iyi bir şarap tadıcısıdır, aynı zamanda küçük bir bürosu da olup şarap da satmaktadır. Kendisinden bir kaç yaş büyük son derece gösterişli Antonia ile evlidir ancak aynı zamanda genç ve güzel Georgie ile de sevgilidir. Bir gün Antonia, Martin'e, eğlence olarak gittiği psikologu (aynı zamanda Martin'in arkadaşı olan) Palmer'a aşık olduğunu açıklar. Martin çok üzülür tabi ama yapacak bir şey yoktur. Bu üçlünün ilişkileri öyle grifttir ki çözümlemek pek de mümkün değildir aslında, Palmer ve Antonia birlikte yaşamaya başladıktan sonra da Martin ile sıkı fıkı ilişkileri sürer, hatta Martin'in Georgie ile olan ilişkisi ortaya çıkınca onunla da tanışırlar. Bir de Honor vardır tabi, Palmer'ın kızkardeşi olan Honor romanın baş kişilerinden birisidir. Şimdi size hikayeyi çok anlattım gibi geliyor ama bu olaylar romanın üçte biri bile değil:)

Bu roman neyi anlatıyor diye sorarak, belki de duygularımızın aslında bir derinliği olmadığını, tamamen güdüsel olarak geliştiğini anlatıyor diyebilirim belki. Ama öyle kolay çözümlenecek bir roman değil bana kalırsa. Örneğin Kesik Bir Baş ismi nereden geliyor dersek, buna bir kaç yerde rastlıyoruz. İlkinde, Martin'in ağabeyi Alexander'in etrafındaki kişilerin seramikten başlarını yapma isteği, Martin'in ise bu şekilde başların "kesik" görüntüsünden rahatsız oluşunu görüyoruz. -spoiler- Yine Georgie'nin saçlarını kökünden kesip Martin'e göndermesi de bana göre kesik baş metaforu. Üçüncü olarak Honor'un kendisini bir kabilenin kehanette bulunan büyülü kesik başına benzetmesi var. Sonuncusu ise yine Martin'in Honor'u Medusa'ya benzetmesi, zaten mitolojiyle yakından ilgilinen, bu konuda yazılmış ünlü bir eser olarak Altın Dal'ı elinden düşürmez Martin. Medusa hikayesi ise Wikipedia'da şu şekilde yer alıyor;


"Medusa, Yunan mitolojisinde gözlerine bakanı taşa çevirdiğine inanılan yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavar. Gorgon kardeşlerden tek ölümlü olandır. Bu yüzden insanların kahramanı Perseus tarafından öldürülebilmiştir. Perseus, Graeae'nin ona verdiği ayna ile Medusa'ya bakabilmiş ve böylece kafasını taşa dönüşmeden kesebilmiştir."

Önsözde Serdar Rifat Kırkoğlu da Medusa mitinin romanda önemli bir yere sahip olduğunu, baş kahramanın (Honor) kişiliği üzerinde aydınlatıcı bilgiler verdiğini yazmış.

Kitabı beğendim ama yine de yazarın ilk okuduğum kitabı Rüya Sakinleri kadar etkilemedi beni. Kişiler arasındaki ilişkilerin "fantastik" boyutu belki de benim fazla etkilenmemi engelledi. Yazarın her kitabındaki o gizemli kişi bu kitapta Honor'du. Kitabın Honor'lu bölümleri de ayrı bir ilginçti.

Bu arada kitabın başında Serdar Rifat Kırkoğlu'nun "Iris Murdoch Üzerine" isimli yazısı harikaydı, yazarı ve kitabı anlamak için bulunmaz bir yazı gerçekten. Oradan biraz alıntı yapmazsam olmaz;

"... Kesik Bir Baş ise Iris Murdoch'un en varoluşçu romanlarından biri olarak nitelenebilir. Tabuları, Freud'un cinsellik kuramını ve ruh çözümleme yöntemini konu edinen roman oldukça mizahi bir dille kaleme alınmıştır. Murdoch'un demirbaş temalarından sayılabilecek evlilik kurumu çerçevesinde ele alınan ahlak anarşisi sorunu, romanın altı ana kahramanı arasında geçen bitip tükenmek bilmez bir kovalamacalar oyunu içinde, zeka dolu, ironili ve eğlendirici bir üslupla deşilir. Romanın özellikle diyalog yanı güçlü olduğundan tiyatroya da uyarlanmıştır. Murdoch'un 1970'e değin yazdığı romanlar üç aşağı beş yukarı aynı tema ve konuları yinelerler ve bu romanlarda simge, alegori, dinsel telmih, efsane, mitos gibi öğeler ağır basar."

"Murdoch, hayat gibi sanatın da birçok beklenmedik olayla, şaşırtmacalarla dolu olduğunu düşündüğünden, romanlarında en akla hayale gelmeyecek rastlantılara, sonuçlara yer verir. Sözgelimi, Kesik Bir Baş bu şaşırtmacaların doruk noktasına çıktığı örneklerden biridir. Bu nedenledir ki, söz konusu şaşırtmacalar, polisiye romanlarda görüldüğü gibi okurun salt merakını uyandırmak amacıyla değil, daha derinde yatan bir amaçla kullanılırlar."

Bundan başka, Kırkoğlu yazısında, Murdoch'un romanlarının kimi eleştirmenlerce "seçkin kültürel beğenileri olan kişiler için yazılmış bir dizi pırıltılı oyun" şeklinde eleştirildiğini de yazmış, bundan başka romanlarında felsefeci olmasından gelen bir yapaylık olduğu, zaman zaman, özellikle ilk romanlarında karakterlerin duygu ve düşüncelerini olduğu gibi anlatabilmek adına dili zorladığı, Virgina Woolf'un otantikliği ve James Joyce'un dehasına sahip olmadığını da yazmış:) Ama tüm bu eleştirilere rağmen onun geniş düşgücü, usta anlatımı, zekası, 'humor'u ve kültürüyle çağdaş bir yazar olduğunu da eklemiş.

Başta da dediğim gibi Kırkoğlu'nun bu yazısı, yazarı anlamak için mutlaka okunmalı. Keyifli okumalar dilerim:)

resim3: http://images.ykykultur.com.tr/upload/image/Serdar-Rifat-Kirkoglu-2-4955.jpg

6 Eylül 2016 Salı

Kahvaltıya Dair Her Şey - Süleyman Dilsiz

Herhalde en çok ihmal edilen öğündür kahvaltı, herkesin bir telaş içinde alelacele geçiştirdiği bir öğün ama biliyoruz ki aynı zamanda en önemlisi. Doğrusu benim için kahvaltılar çoğunlukla böyle, hayal gücümü de bu konuda pek kullanamadığımı itiraf edeyim. Bu yüzden Süleyman Dilsiz'in Kahvaltıya Dair Her Şey isimli kitabını görünce hemen almaya karar verdim. Kitap gerçekten gerek resimleri gerek baskısıyla son derece kaliteli.
Alfa Yayınları'ndan çıkmış, 237 sayfa.


Çay, kahve, içecekler, atıştırmalıklar, sebzeli tarifler, müsli ve granolalar, hamur işleri, yumurtalar,sandviçler, tostlar, reçeller, marmelatlar diye ayrı kategorilerde bir sürü tarif var. Öncelikle çok miktarda çay, kahve tüketen biri olarak bu bölüm muhteşem resimleri ve tarifleriyle beni mest etti. Özellikle kakuleli sıcak çikolata tarifi harika:)

Yazar sadece tarif vermekle kalmıyor, nasıl çay demlenir, gerçek bal nasıl ayırt edilir, reçelin kıvamı nasıl anlaşılır gibi pratik bilgiler de veriyor. Yalnız bu kadar iddialı isme sahip bir kitapta doğrusu peynir çeşitlerinin tanıtılmasını, şarküteri ürünlerine yer verilmesini ve tariflerin besleyicilikleri hakkında da bilgi verilmesini beklerdim.

Benim son zamanlarda elimden düşürmediğim bir kitap oldu Kahvaltıya Dair Her Şey, yeni şeyler denemek isterseniz size de mutlaka tavsiye ederim. Keyifli okumalar:)

2 Eylül 2016 Cuma

Rüyanın Öte Yakası - Ursula K. Le Guin

Kitabımız 2009 yılında Metis Yayınları'ndan çıkmış. Orijinal ismi "The Lathe of Heaven", lathe çömlekçi çarkı veya torna tezgahı demekmiş. Bu okuduğum ilk Ursula Le Guin romanı. Yazarı bilmeyen yoktur herhalde, özellikle Mülksüzler isimli romanıyla tanınıyor. Yazar Rüyanın Öte Yakası'nı 1971'de yazmış, kendisinin sekizinci romanı, Mülksüzler ise (The Dispossessed, An Ambiguous Utopia) 1974 yılında yazılmış. Yazar 1929 Kaliforniya doğumlu, edebiyat üzerine eğitim almış. İlk olarak kendisinin tanınmasını sağlayan romanı ise Karanlığın Sol Eli. Bu eseri ve diğer başka eserleriyle de pek çok kere Hugo ve Nebula ödülleri almış. Vikipedi'den öğrendiğimize göre ;

"LeGuin, teknolojik gelişmelerin değil, politika, toplumbilim ve psikolojinin öne çıktığı ve alternatif toplum biçimlerinin sorgulandığı bilimkurgu yaklaşımının en önemli temsilcilerindendir.

Yukarıdaki cümle yazarın tarzını tam olarak özetliyor. Ancak itiraf edeyim beni çok etkileyen bir tarz olmadı bu. Gelelim kitabımıza, 216 sayfalık kitabımız 11 bölümden oluşuyor. Kitap 2002 yılında Amerika'nın Portland şehrinde geçmektedir. Kahramanımız George Orr 30'lu yaşlarının başında kendi halinde bir teknik ressamdır, ancak bir yetenek mi yoksa bir lanet olarak mı değerlendirmeli bilinmez, etkili rüya görebilmektedir, yani rüyasında gördüğü şeyler gerçek olur ancak öyle ki bunlar gerçekliği tümden değiştirme gücündedir, örneğin bir kişinin artık var olmadığını gördüğünde bu kişi sadece anında ortadan kaybolmakla kalmaz, kişinin yokluğu tüm dünyayı nasıl etkileyecekse ezelden beri öyleymiş gibi farklı bir gerçeklik oluşur. George bundan çok rahatsızlık duymaktadır, bu nedenle rüya görmesini engelleyecek ilaçlar kullanır ancak bir şekilde kendini psikiyatrist Haber'le seansler yaparken bulur. Haber, George'un yeteneğini keşfettikten sonra onu iyileştirmeye değil de onun yeteneğinden faydalanmaya adar kendini, George bu sırada kontrollü etkili rüyalar görür ve sadece kendisini değil tüm dünya hatta evreni kapsayan olaylar olur...

İlginç bir kitaptı gerçekten, hem psikolojik yönü ağır basan hem de dünyanın içinde bulunduğu kötü duruma ayna tutan toplumsal yönü de olan bir kitap... Ama sanırım benim bilim-kurguda sevdiğim tarz bu değil. Yine de usta yazardan önemli bir kitap. Keyifli okumalar dilerim.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...