Bu kitap da star gazetesinin promosyon setinden, uzun zamandır merak ettiğim bir kitaptı. Kitap Roquentin'nin günlüğünden oluşuyor. Roquentin 30 yaşlarında bir yazardır, Rollebon isminde Fransa tarihine ait bir karakterle ilgili bir araştırma kitabı yazmaktadır. Uzun yıllar çeşitli araştırma kitapları yazmak üzere yurtdışında dolaşmıştır ve bir süredir Paris'te bu yeni kitabı üzerinde çalışmaktadır. Resimde sonbaharda Paris'i görüyoruz bu arada, resme bayıldım:) Küçük bir odada sınırlı parasıyla idare etmektedir. Ancak bir süredir bir yabancılaşma hissetmektedir kendine karşı ve etrafındaki nesnelere karşı. Örneğin aynada yüzüne bakar ama yüzü kendisiyle ilişkilendirdiği, kendisini ifade eden bir görüntü değildir kendi yüzünü diğer herhangi bir nesne olarak algılar. Ona göre yaşamı son derece yavandır, günler peş peşe anlamsızca birbirini kovalar. Yaşamdan şu şekilde bahseder;
"İnsan yaşadı mı başına bir şey gelmez. Dekorlar değişir, kişiler çıkar, görüntüler değişir yalnız... Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur. Sonu gelmez, tekdüze bir hesap çizelgesidir bu..... Yaşamak budur işte. Ama hayatınızı anlatırsanız, her şey değişir... Olayları anlatırken, onların çıkış biçimini tam tersine döndürmüyor muyuz sanki? Gerçekte hep sondan başlanır. Son oradadır, görünmez olan oradadır. Başlangıcının değerini bir kaç kelimeyle veren odur. Bunlar gelecek tutkuların ışığı ile aydınlatılmışlardır. Sonra öykü sondan başa doğru devam eder. Mutluluklar birbiri üzerine yığılır. Öykünün sonu onları çeker, her an da kendinden bir öncekini çeker. Derken son onların hepsini birden kapıp, kavrayıverir. Ben de hayatımıb anılarının, hatırlanan bir yaşantının ki gibi birbirini izlemesini ve düzenli olmalarını istemiştim. Zamanı kuyruğundan yakalamaya çalışmak gibi bir şey... Ama biz, yarının henüz orada olmadığını hep unutuyoruz."
Sartre felsefede varoluşçuluk akımının öncüsü. Bu akım insan olmanın fiilen deneyimlenmesini vurgular. İnkilap Kitabevi'nin Felsefe Görsel Rehberi'nde Sartre'nin varoluşçulukla ilgili düşünceleri şu şekilde açıklanmış;
"Sartre fiziksel madde ve bilinci birbirinden radikal bir çizgiyle ayırdı, bilinç kendi özgürlüğüyle nitelendiriliyordu. Durumumuz her ne olursa olsun, onu 'reddetmekte' -olayları farklı bir şekilde hayal etmek ya da onları değiştirmek için çabalamakta - özgürüz. Dolayısıyla, kendimizi özgürce yaratmak seçimlerimize ve eylemlerimize bağlıdır, fakat bunun gerektirdiği sorumluluğa göğüs germenin psikolojik bir bedeli vardır."
Görüldüğü üzere yazar kadere inanmamakta aynı zamanda da varlığın başlangıcını da sorgulamaktadır. Sartre'nin ateist olduğu söyleniyor. Ancak zaman zaman bu tür düşünürlerin fikirlerinin yanlış yorumlandığını da düşünüyorum. Kaderciliğe karşı olmakla ateist olmak bağlantılı değil bana göre. Nietzche'nin de ateist olduğu söyleniyor ancak Böyle Buyurdu Zerdüşt'te insanlara yapılan bir eleştiri vardı. İnsanın kendisine verilen özgür iradeyi kullanması ve eser vermesi, düşünmesi gerekliliği vurgulanıyordu.
Sartre Bulantı'da Roquentin'e şunu söyletiyor;
"Bütün insanların evet bütün insanların hayranlığa değer olduklarını biliyorum. Siz de hayranlığa değersiniz, ben de. Tanrı'nın yarattıkları olmamız bakımından tabi,".
Burada Yunus Emre'nin "severim yaradılanı yaradandan ötürü," sözünü hatırlatıyor bize. Sartre'ın ateist olduğunu söylemek mümkün mü?
Kitapta varoluşçulukla ilişkilendirilen hümanizmle ilgili de yer yer eleştiriler var.
Aynı bölümde Bulantı kitabı hakkında ise şu satırlara yer verilmiş;
"İlk romanının adı olan Bulantı, Roquentin adlı kahramanın kendi özgürlüğünün gerçekliğine verdiği patolojik tepkiye ve ona aldırış etmeyen bir dünyada anlam arayışına gönderme yapar."
Yazara göre varoluşumuz üzerinde bir etkiye sahip değiliz, kendiliğimizden varolmuş durumdayız ancak varoluşumuzun hiç bir şeye bağlı olmayışı anlamsız birşey. İşte bu yazarda 'bulantı' diye tanımladığı bir duygu meydana getiriyor. Varoluşumuz aynı zamanda bizim dışımızdaki diğer varoluşlarla tanımlanıyor. Ancak bu varoluş yapılan bazı şeylerle anlam kazanabiliyor. Örneğin Roquentin, Rollebon hakkında yazarken -aslında hem Rollebon'un varlığını- hem de kendi varlığını güçlendiriyor.
"Düşüncem, ben demek. İşte kendimi bu yüzden durduramıyorum. Varım çünkü, düşünüyorum."
Yazarın şu düşüncesi bence çok yerinde, 'varolmak demek kütlemizin dünya üzerinde yer kaplaması demek değil, düşüncelerimiz ve verdiğimiz eserlerle varız'.
Aşık bir çifti görünce Roquentin şöyle diyor, "her biri belli bir süre için hayatının anlamını ötekinin hayatında buluyor, yakında ikisinin tek bir hayatı olacak. Ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varamayacaklar."
Kendisi de uzun yıllar kendisi gibi bir filozof olan Simoné de Beauvoir ile aşk yaşamış olan Sartre'nin bu düşüncesi de ilginç ve üzerinde düşünmeye değer, "varoluşumuzun amacını başkalarında aramamalıyız" diyor bana kalırsa.
Daha önce nesneleri birer dekor, birer araç olarak kabul etmişken, sonra onların varlığını sorguluyor Roquentin ve onların da birer 'varoluş' olduğunu hissediyor. Varlıkların birbirlerinin 'varoluşlarını' tanımlayışlarından bahsediyor, 'beyaz olmasa siyahın varlığından bahsedemezdik' gibi. Varoluşlar bir şekilde birbirlerine bağlı.
Kitabın yazım tarzını ise Thomas Mann'ın "Venedik'te Ölüm"üne benzettim, orada da yazar Aushenbach da Roquentin gibi yalnızdı ve etrafındaki olaylar ona da buna benzer şekilde yabancı geliyordu. Zaten Mann da varoluşçuluk akımına yakın bir tarza sahiptir.
Bu bir pipo değildir! (
Nesnelerin İhaneti)
Bu nesnelere yanacılaşma düşüncesi bana ressam René Magritte'in eserlerini hatırlattı. "Bu bir pipo değildir (nesnelerin ihaneti)," isimli tablosunu hatırlarsınız belki. Kendisi sanatta "gerçek üstücülük" akımına mensup olmakla birlikte, nesnelere yabancılaşma duygusunu verişiyle bence varoluşçuluk akımına yakındır. Zaten Magritte'in Hegel ve Jean-Paul Sartre gibi düşünürlere hayranlık duyduğu, bol bol felsefe okuduğu bilinmekte.
Bu resimde de aynı Roquentin'in bir taşı eline alıp onun varoluşunu hissettiği anda yaşadığı gibi bir yabancılaşma, bulantı duygusu var sanki.
Eğer sürükleyici ve olaylarla dolu bir roman okumak istiyorsanız Bulantı'yı tavsiye etmem. Ama eğer felsefeye, varoluşçuluk akımına ilgi duyuyorsanız, her sayfada kitabı bir kenara koyup düşünmek hoşunuza gidecekse okumalısınız, benim hoşuma gitti, oldukça değişik bir kitaptı.
Resim 1-2: http://www.felsefeforumu.com/viewtopic.php?f=83&t=1575
Resim 3: http://01varvara.files.wordpress.com/2010/03/vladimir-pervunensky-autumn-in-paris-2006-e1270061759125.jpg?w=800&h=580
Ressam: Vladimir Pervunensky (2006)-Autumn in Paris