Sayfalar

27 Ocak 2015 Salı

Açlığın Biyografisi - Amelié Nothomb

Daha önce de sık sık kitaplarına yer verdiğim Amelié Nothomb bu kitabında kendi yaşamının ilk yirmi bir yılına yer vermiş, özellikle yaşamının kendisini yazarlığa sevk eden kısmı üzerinde durmuş.

Yazarın babası büyükelçi olduğu için çocukluğunu bir çok değişik ülkede geçirdiğini biliyordum ama hayatı tahmin ettiğimden çok daha karmaşıkmış. Nothomb gerçekten Japonya’da doğmuş ve 5 yaşına kadar ailece burada yaşamaış, bu sürede Japonya’ya aşık olmuş. 5 yaşında babasının işinden dolayı Çin’e gitmişler, ardından NewYork’a ve oradan da Bangladeş’e ve sürekli seyahat etmeye devam etmişler. Bu yolculukların hepsi ayrı bir şey katmış Nothomb’a. Küçükken güzelliklere, yaratıcılığa, herşeye karşı inanılmaz bir açlık duymuş, bir de suya karşı inanılmaz bir düşkünlüğü varmış. Annesi, babası, ablası ile çok mutluymuş, ağabeyi de varmış ama ona pek düşkün değilmiş.

Bu arada yazar çok ciddi sorunlarla da yüzyüze gelmiş,örneğin küçük yaştan itibaren (8-9 yaşlarında şampanya ve viski içip durduğundan veya akşamları babasıyla karşılıklı viski içtiğinden bahsediyor) alkol almaya başlaması, ailesinin bu konudaki kayıtsızlığı inanılmaz, veya ondört yaşlarında hem ergenliğin getirdiği duygu ve düşünce değişimleri hem cinsel taciz veya (önceki hislerinin aksine) bir erkeğe aşık olmak gibi yaşadığı bir takım olaylar sonucu kendisinde meydana gelen değişimlerin açlıkla üstesinden geleceğine inanması sonucu tahminimce anorexia olması gibi… 17 yaşında Belçika’da üniveristeye başlamış ve 21 yaşında yani bitirir bitirmez de aşık olduğu ülke olan Japonya’ya geri dönmüş. Burada hem Ne Adem Ne Havva isimli kitabına konu olan Rinri isimli bir Japon gençle arkadaş olmuş, hem de Kıran Kırana isimli kitabında bahsettiği büyük Japon şirketinde çalışma deneyimini yaşamış. Zaten 21 yaşında da ilk kitabını yazmış. Bu kitap da işte bu noktada son buluyor. Açlığın Biyografisi’ne çok bayılmadım ama yazarı tanımak isteyenlerin okuyabileceği bir kitap. Keyifli okumalar.

15 Ocak 2015 Perşembe

Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi- Güzide Sabri Aygün



Dört yıl önce bugün anneannemi kaybettik. Anneannemle çok özel bir ilişkimiz vardı, o çok sevecen, sıcak kanlı, tatlı, becerikli, açık fikirli, modern ve zeki bir insandı. İleri yaşlarına rağmen okumayı çok severdi ve ona getirdiğim kitapları bir çırpıda okurdu. Okuma sevgisi gençlik yıllarına dayanıyordu. Kardeş çocukları olarak kalabalık bir evde brilikte büyümüşler. Herhalde ikinci dünya savaşı yıllarında her şeyin karne ile olduğu zamanlarda, genç kız kuzenlerin en büyük zevki gece herkesten gizli hep birlikte kitap okumakmış. Büyük erkek kuzenlerden biri iyi bir lisede okuyormuş, ondan rica ederler o da kütüphaneden aldığı kitapları onlara getirirmiş. Her gece biri sırayla yüksek sesle okurmuş kitapları, çoğu romantik konulu kitaplar gözyaşları içinde dinlenirmiş genelde. Kitaplar okunduktan sonra hem kitap hem mum bakliyat çuvallarına saklanırmış, çünkü ev halkı hem mumların boşa harcanmasını hem de roman okunmasını hoş karşılamazmış. İşte anneannem o zamanları “Ah ne Kerime Nadir’ler okuduk, ah o ‘Ölmüş Bir Kadının Evrak-I Metrukesi’ne ne ağladık,” diye anlatırdı. Özellikle “Ölmüş Bir Kadının Evrak-I Metrukesi” beynime yerleşmişti, bilmem neden bu kitabı okumakta bu kadar bekledim, belki de bulamayacağımı düşündüm, neyse okumak bugüne kısmetmiş.

Lacivert yayıncılıkın Antik Türk Klasikleri serisinden çıkan eser 192 sayfa. Kitabın önsözünde yazar Güzide Sabri Aygün'den ve eserlerinden bahsediliyor. Yazarımız 1883'de İstanbul'da doğmuş. 11-12 yaşlarında yazmaya başlamış. 15 yaşında Münevver isminde bir roman yazarak gazeteye yollamış, bu eser gazetede tefrika halinde yayınlanmış. Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ise bundan dört yıl sonra, 19 yaşında yazılmış. "Evrak-ı metruke" ise ölmüş birinin ardından kalan belgeler anlamına geliyormuş. 19 yaşında yazılmış bir roman olarak son derece başarılı olduğunu söylemek isterim. Çoğunluğu aşk konulu olmak üzere pek çok eser veren yazar 1946 yılında vefat etmiş. Eserlerinin hemen hepsi sinemaya uyarlanmış.

Romanın konusuna gelirsek annesi vefat eden Fikret genç bir kızdır, annesini kaybetmenin üzüntüsüyle bir rhatsızlık geçirir ve doktor Nejad'a götürülür. Fikret, evli ve iki çocuk babası olan doktora aşık olur, doktor da ona aşık olur ve hatta Fikret'e evlenme teklif eder. Fikret ise başka insanların mutsuzluğu üzerine yuva kuramayacağından büyük aşkına rağmen teklifi reddeder. Bu aşkı yalnızlığı içinde kendi kendine yaşamayı umarken üvey annesi ve babası onu zengin ancak yaşlı bir adamla evlendirirler. Bu adam kendisine son derece saygılı ve şefkatli yaklaşır, Fikret yeni hayatına uyum sağlar, hatta bir kızı olur. Ancak bir gün eşinin yeğeni Mediha'nın eşi ve çocukları ile yaptığı ziyaret bu huzuru bozar, çünkü Mediha'nın eşi Nejad'dır!

Bilindik bir konu olsa da gerçekten insanı duygulandıran bir roman. Romanlarda rastladığımda her zaman eski zamandaki nezakete hayranlık duyarım, burada da öyle oldu. En korkunç anda bile insanların nezaketten vazgeçmemeleri çok hoştu. En kötü iftiraya kurban giden Fikret'in buna cevabı;

"Şu halinizi mazur görürüm. Mamafih hükmünüz pek yanlıştır hanımefendi."

Romanda eski dildeli pek çok sözcük ve tamamlamanın anlamları parantez içinde verilmiş olsa da yine de anlaşılmayan yerler olabiliyor. Yine de çok keyifle okunacak, etkileyici bir roman. Kitabın 1956 yapımı bir de filmi var, bu filmi seyrettiğimi hayal meyal hatırlıyorum:)Kitabı okurken anneannemin nerelerde duygulandığını kafamda canlandırdım, şimdi olsaydı onunla kitap üstüne konuşurduk diye düşündüm,bu sebeplerden de benim için çok keyifli biraz da hüzünlü bir okuma oldu:) Naif aşk romanlarını sevenlere tavsiye ederim, keyifli okumalar:)


Resim 2:http://1000kitap.com/yazar/Guzide-Sabri-Aygun

8 Ocak 2015 Perşembe

Kafamda Bir Tuhaflık – Orhan Pamuk

Orhan Pamuk’un son romanı Kafamda Bir Tuhaflık geçen ay Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Uzun zamandır beklenen bir kitaptı, zaten yazılması 6 yıl (2008-2014) sürmüş. 466 sayfalık kitap, bozacı Mevlut’un bir kaç kuşağı kapsayan hikayesini anlatıyor. Orhan Pamuk zaten böyle kuşakları kapsayan aile hikayeleri yazmayı seviyor. Kitabın başında ve sonunda başta kahramanımız Mevlut Karataş’ın aile ağacı yer alıyor. Kitabın sonunda bir de 1954 (Mevlut’un doğumu)-2012 yılları arasında Mevlut’un hayatı ve ülkemiz ile dünyadaki önemli olayları içeren bir kronoloji var.

Kitabın iç kapağında başlığın altında “Boza satıcısı Mevlut Karatş’ın hayatı,maceraları, hayaller, ve arkadaşlarının hikayesi ve 1969 ile 2012 yılları arasında İstanbul hayatının pek çok kişinin gözünden anlatılmış bir resmidir,” şeklinde bir açıklama var.

İthafın yer aldığı sayfada bir kaç alıntı var, bunlardan ilki William Wordsworth’un Prelüd eserinden;
“Kafamda bir tuhaflık vardı,
İçimde de ne o zamana
Ne o mekana aitmişim duygusu.”

Kitabın adını buradan aldığını düşünüyorum, çünkü zaman zaman Mevlut yukarıda bahsedilen duygulara kapılıyor.

Gelelim romanımıza, Mevlut’un babası Mustafa 1963 yılında ailesiyle yaşadığı Konya’nın Beyşehir yöresindan ağabeyi Hasan ile birlikte para kazanmak üzere İstanbul’a gelir, burada ikisi yoğurtçuluk işini öğrenirler ve sokakta yoğurt satmaya başlarlar. Bir kaç yıl sonra Hasan, oğulları Korkut ve Süleyman’I da yanına çağırır. En sonunda da karısı Safiye’yi yanına aldırır. Bu süre zarfında zamanla köyden gelenlerin gece kondularını yapıp yerleştiği mahalleler olan Kültepe ve Duttepe’de diğer herkes gibi kendilerine arsa çevirip evlerini yaparlar. Kendi düzenini kuran Hasan da oğlu Mevlut’u İstanbul’a çağırır. Hem ortaokula gitmeye başlar hem de babasına okuldan sonra yoğurtçuluk ve akşamları da bozacılıkta yardım etmeye başlar. Ama bu şekilde okumak zordur.

Mevlut geceleri boza satarken servi ağaçlı eski mezarlıklara girmeyi sever, oralarda huzur bulurdu.

Bu arada babası ile amcası arasında da anlaşmazlıklar olur. Kısa sürede bakkalcılık ve tanıdıklar vasıtasıyla inşaat işlerine el atan Aktaşlar (Hasan ve oğulları) zengin olurken Mevlut ile babası bir türlü bellerini doğrultamazlar. Aktaşlar hep beraber bir aile hayatı yaşarken, Mevlut’un annesi ve ablaları köydedir ve gelmeye de niyetli değillerdir. Babasının anlaşmazlıklarına rağmen Mevlut amcasının ailesinden kopamaz. Korkut’un Boynueğri Abdurrahman’ın kızı Vediha ile evleneceği düğüne gider, orada Vediha’nın iki kız kardeşini görür ve adının Rayiha olduğu söylenen küçük olanına aşık olur. Üç yıl mektuplar yazdıktan sonra yine mektup vasıtasıyla kaçmaya karar verirler. Mevlut kızı kaçırır ama kendisini büyük bir sürpriz beklemektedir, isim doğrudur ama kaçırdığı kız Mevlut’un aşık olduğu değil diğer kız kardeştir…

İşte roman da bu kaçırma sahnesi ile başlar, sonradan Mevlut’un İstanbul’da o güne kadarki ve sonrasında da devamındaki hayatını anlatır yazar. Özellikle “Aşkta niyet mi önemlidir kısmet mi? Dilin niyeti ile kalbin niyeti, şahsi görüş ile resmi görüş” gibi sorular ve farklılıklar üzerinde duruyor roman.

Yazım tarzı da çok hoş ve kolay okunuyor, çoğunlukla kahramanlar kendi görüşleri ile hikayeyi anlatırken, yer yer de yazarın anlatımı eksikleri tamamlıyor. Mevlut’u öyle iyi tanıyor ve anlıyoruz ki, öyle gerçek biri ki ona sempati duymamak mümkün değil.

Tabi Mevlut’un hayatını özellikle 1969-2012 yılları arasında anlatırken yazar kaçınılmaz olarak da kapakta belirtildiği gibi İstanbul’un o yıllardaki toplumsal, siyasi ve çevresel durumunu da anlatıyor ve değişimleri bize gösteriyor. Örneğin 99 depremi, kentsel dönüşüm gibi konular romanın kurgusu üzerinde de oldukça etkili olmuş olan bazı öğeler.

Yaşlılığına, kitabın sonuna kadar Mevlut boza satmaktan vazgeçmiyor. Hatta kitabın sonlarına doğru insanlar da “aman sakın vazgeçme boza satmaktan,” der Mevlut’a. Sokakta boza satmanın unutulmaya yüz tutmuş ama sıcak bir gelenek olduğu vurgulanıyor, gerçekten ben de almasam da geceleri bozacının sesini duymak çok hoşuma gidiyor.


Pamuk’un bu romanı da her zamanki gibi tadı ağızdan uzun süre gitmeycek harika bir romandı. Mevlut’un aşkı, yaşadığı nostalji her şey dört dörtlüktü. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim.
Kitabın kapağını da çok beğendiğimi söyleyeyim. Ara Güler’e ait eski bir İstanbul fotoğrafı kullanılmış, yerlere ve duvarlara da duvar yazısı formatında kitaptaki baz önemli ayrıntılar yazılmış, çok hoşuma gitti.

Kısacası Kafamda Bir Tuhaflık uzun süre kafamda bir hoşluk olarak kalmaya devam edecek:)

Resim 2:http://i.milliyet.com.tr/YeniAnaResim/2014/12/01/fft99_mf5035798.Jpeg
Resim 3:http://www.dunyabulteni.net/media/haber/2013/11/30/8.jpg

3 Ocak 2015 Cumartesi

Gizli Tarih – Donna Tartt

Yazarın ilk kitabı olan Gizli Tarih 1992 yılında yazılmış olup, benim okuduğum baskısı Remzi Kitabevi’nden 1997 yılında çıkmış olanı. 598 sayfalık kitap adeta kült mertebesinde bir eser. Önce biraz yazardan bahsedeyim, 1963 doğumlu Donna Tartt Mississipi Üniversitesi'ne gitmiş, orada kısa hikaye yazma kursuna devam ettiği Barry Hannah tarafından “gerçek bir deha” olarak tanımlanmış, ertesi sene Bennington College'e transfer olup burada Bret Easton Ellis gibi şimdinin meşhur yazarlarıyla birlikte klasikler üzerine eğitim almış. Bu kitabıyla çok sayıda hayran kazanmış, okurları yıllarca onun ikinci kitabını beklemiş ve 2002 yılında tam 10 yıl sonra yazar ikinci kitabı olan “My Little Friend” yayınlamış, yine bir 11 yıl sonra üçüncü kitabı olan “The Goldfinch” gelmiş, bu kitabı sinemaya da uyarlanacakmış, bizde de kitap şu an Türk okurlarla buluşmak üzere çeviri sürecinde bulunuyor.


Evet gelelim Gizli Tarih’in konusuna, bir kere kitabın ismi bence yanlış çevrilmiş, kitap karakterlerinin ortaya çıkmamış olan geçmişini anlattığı için kitabın ismi “Gizli Geçmiş” olmalıydı. Kitabı bize anlatan kişi Richard, son derece zayıf bağlarla bağlı olduğu ailesinin karşı çıkmasına rağmen üniversiteye başvuran, önce tıpa başvurup burada yapamayacağını anladıktan sonra dil alanına yönelen ve sonunda kararsızlıkların Yunan Edebiyatı’na sürüklediği kahramanımız.

Yazar öncelikle mantıklı bir insan olarak kabul ettiğimiz Richard’ın içinde bulunduğu durumu gösteriyor bize; ailesi tarafından dışlanmış, paralı bir üniversiteye burs bulma umuduyla gelen,hiç arkadaşı olmayan, aile baskısı ve tıbbı bıraktığı için başarısızlık hisleriyle dolu bir genç. Bir gün kütüphanede, bütün okulun “garip bir grup” olarak gördüğü Eski Yunan Edebiyatı öğrencileriyle karşılaşır, her ne kadar oldukça sıradışı görünseler de bir çekicilikleri vardır bu 5 kişinin. Richard kulak misafiri olduğu bir Yunanca problemine çözüm getirince, ona hocaları Julian ile konuşup kendi bölümlerine geçebileceğini söylerler. Julian bütün okulda adı çıkmış bir hocadır, sadece kendisinden oluşan Eski Yunan Edebiyatı bölümünde tüm dersleri kendisi verir ve zaten 5 kişiden oluşan öğrencilerinin başka ders almasına da izin vermez. Richard anlaşılmaz bir duyguyla, son derece seçici olan Julian’a kendisini zorla kabul ettirir. Böylece bu 5 kişilik arkadaş grubuna da otomatikman girmiş olur. Henry, Francis, Bunny, ikizler Charles ve Camilla’dan oluşan bu grubun özelliği hepsinin çok zengin olmaları veya en azından zenginmiş imajına sahip olmalardır.

Bir Bacchus Şenliği; Ressam William-Adolphe Bouguereau'ya ait 1884 yılından bir çalışma; Bacchus'un Gençliği (The Youth of Bacchus), Bacchus Yunan mitolojisindeki şarap tanrısı Dionysos'un diğer adı

Grubun en büyük özelliği Eski Yunan Edebiyatı’nı bir ders olmanın ötesinde benimsemiş olmalarıdır. Öyle ki, bir gün Henry, Francis ve ikizler çok eski edebi metinlerde bahsedilen Bacchus şenliği denilen bir şey yapmaya karar verirler, bu katılanların adeta bir uyuşturucu etkisindeymiş gibi kendilerini bıraktıkları, içlerinden gelen her şeyi hiç bir kısıtlama olmadan yaptıkları ve öncesinde pek çok seromoni ile hazırlanan sıradışı bir şeydir. Bunny de başlarda buna davetli olmuş olsa ve katılmayı düşünse de örneğin şenlik öncesi oruç tutma gibi şeyleri yapmadığı ve olayı ciddiye almadığı için son anda bundan haberdar edilmez, Richard ise zaten o zamanlar grup tarafından yeterince benimsenmemiştir.

Bu şenliğin sonu hiç de iyi bitmez,grup üyeleri ayin sonrası kendilerine geldiklerinde bir cinayet işlemiş olduklarını fark ederler, cesedi olduğu gibi bırakıp hiç bir şey olmamış gibi hayatlarına geri dönerler ama cinayet gazete ve televizyonlara yansır ve büyük olay yaratır. Bunny ise ayin dönüşü üstü başı kanlı arkadaşı Henry’i görünce manzarayı cinayetle ilişkilendirmekte gecikmez. Son derece sivri dilli ve ağzı kalabalık bir yapısı olan Bunny sürekli olarak arkadaşlarını taciz etmeye başlar. Bu durumda bir yandaşa ihtiyaç duyan grup üyeleri olan biteni Richard’a anlatırlar, böylece o da grup tarafından iyice benimsenmiş olur.

Bütün bu olaylar sırsında, asil bir nezaketi benimsemiş olan ancak grup üyeleri arasındaki dominantlığı ile herkesi yönlendiren Henry’nin kişiliği dikkat çekicidir, kendisi aynı zamanda adanmış bir çalışkanlığın eseri olan kusursuz Yunanca’sı ve kültürel bilgisi ile de sadece Julian’ın en iyi öğrencisi değil aynı zamanda da onun dostudur. Henry yaşanan olaydan kısa bir sure sonra Bunny’nin herkes için bir tehdit olduğu ve ortadan kaldırılması gerektiğine karar verir.

Kitapta polisiye bir olayın takibinin yanısıra karakterlerin birbirleriyle ilişkileri ve motivasyonları da okur için merak unsuru teşkil eder.

Kitabın özellikle lise ve üniversite öğrencileri arasında bu kadar popüler olmasının sebebi kampüs hayatını ve arkadaşlık ilişkilerini oldukça detaylı ele alması.

Benim kitaba notum ise 10 üzerinden 6,5 ; konu olarak ilginç olsa da yer yer sıkıldım, bazı kısımları (özellikle Bunny’nin evinde geçen kısımlar) gereksiz uzundu ve bahsedilen kampüs hayatı benim için tanıdık ve hoş değildi. Marisha Pessl da Gündelik Felaket Teorileri kitabını Gizli Tarih’ten etkilenerek yazdığını söylemişti, ben doğrusu onun kitabını daha çok beğendim, özellikle karakterleri daha doğaldı.

Yine de yazarın büyük yankı yapan romanı The Gold Finch’I çok merak ediyorum,keyifli okumalar.

Resim 1: http://kitap.radikal.com.tr/Posts/2013/02/14/00donna-tartt-2E89-1C06-2882.jpg
Resim 3:http://www.wikiart.org/en/william-adolphe-bouguereau/the-youth-of-bacchus-1884