Merhaba! Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!! :)
Yazarın 1960 yılında yazmış olduğu, ilk romanı Mutfak Çıkmazı. Tahsin Yücel’in de okuduğum ilk romanı. Bu arada sevgili blogger arkadaşım Şule’nin blogundaki çekilişnden kazandığım Kendine Doğru Yolculuk kitabı da var elinde.
Tahsin Yücel 1933 Elbistan doğumlu, Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Eedebiyat Bölümü mezunu, aynı okulda uzun yıllar öğretim görevliliği yaptıktan sonra, 2000 yılında emekli olmuş. Özellikle edebiyat eleştirisi üzerine önemli yayınları var. Bunun dışında öykü, deneme ve roman türünde de eserler vermiş.
Yazar bu kitabının önsözünde bu kitabı ilk yazdığında coşku duymasına rağmen yıllar sonra tekrar okuduğunda adeta yabancı bulduğundan bahsediyor. Bu arada bu önsözde çok hoşuma giden bir kısım var;
”.... ‘Dünyaya gelen çocuk sayılmaz bir kalabalıktır, yaşam erkenden tek bir bireye, ortaya çıkan ve ölen kişiye indirger onu. Benimle bir sürü Sokrates doğdu, sonra yavaş yavaş, yargıçlara ve baldıran zehrine borçlu olduğumuz Sokrates bunlardan ayrıldı,”... ‘Peki tüm ötekilere ne oldu?’ ... ‘Birer düşün olarak kaldılar. Var olmak istediler ama geri çevrildiler. İçimde saklıyordum onları, kuşkularım ve çelişkilerim olarak!’... Bu gözlem doğruysa eğer, birer ‘düşün’, birer ‘filiz’ olarak içimizde kalan gücül kişiliklerin, aynı benlikte yer aldıklarına göre, ister istemez bir ortak yanları bulunması gerektiğini, bunun sonucu olarak da gerçekleşme olanağını bulamamış olan mimar, ozan, yargıç ya da terzi Sokrates’in filozof Sokraes’ten çok da uzak olmaması, onunla yüzde yüz karşıtlaşmaması, tam tersine aynı kişiliğin değişik yönleri ya da yüzlrti olması gerektiğini söyleyebiliriz. Yapıtlarımız da bizim değişik yönlerimiz, değişik yüzlerimiz değil midir?”
Can Yayınları’ndan şubat 2016’da dördüncü baskısını yapmış olan kitabımız 143 sayfa. Kitap 1960’da yazılmış olduğuna göre o yıllarda geçiyor. Kahramanımız İlyas Divitoğlu, yargıtay üyesi dedesinden sonra ailenin yüz akı, medar-ı iftiharı olmaya aday bir gençtir, doğudan İstanbul’a hukuk okumaya gelmiştir. Divitoğulları yörenin en soylu en saygın ailesidir ancak artık eski varlıklı günler geride kalmıştır, İlyas’ı okutmak için herkes yemesinden içmesinden keser, elbirliği ile onu okutmaya çalışır. İlyas da bugüne kadar kendisinden bekleneni fazlasıyla vermiş, sınıfın bir numarası olmuştur ta ki deli gibi aşık olduğu sevgilisi Emel’den aşkına istediği şekilde karşılık alamadığını görene dek... O andan itibaren büyük bir boşluğa düşen İlyas, tutunacak birşeyler arar ve o sırada yemek yapmayı keşfeder. Ama bu işi o kadar abartır ki...
Kitabı çok sevdim, Divitoğlu karakteri sevilmeyecek gibi değil, hikaye oldukça ilginç, Dostoyevski’nin Yer Altından Notları’ndan aldığım havayı aldım sanki. Yalnız bu kitaba, Can Yayınları’na yakıştıramadığım ve sürekli tekrar eden bir hataya rastladım; “Orhan bey”, bu kadar bariz bir hata beni çok şaşırttı gerçekten. Bunun dışında, kitap gayet güzel, kesinlike tavsiye ederim, hatta yazarın kitabı kendisine bu kadar yabancı bulması da beni şaşırttı doğrusu. Keyifli okumalar dilerim.
Sayfalar
▼
29 Ekim 2017 Pazar
21 Ekim 2017 Cumartesi
Düşündüğün Gibi Değil - Serhat Yabancı
Serhat Yabancı’yı facebook’taki paylaşımlarından biliyordum. Kendisi psikolojinin pek çok konusunda eğitimler almış bir psikoterapist, aynı zamanda çok yönlü bir insan olduğu da anlaşılıyor.
Kitabımız Avrupa Yakası Yayıncılık’tan ilk 2015 yılında çıkmış, benim okuduğum 4. baskısı. 231 sayfalık kitapta yazarın genel olarak kendiyle ve çevresiyle barışık, mutlu bir insan olmaya giden yolda neler yapılması ve neler yapılmaması gerektiği üzerinde durmuş. Çok kolay okunan bir tarzı var kitabın, ayrıca önemli yerler, önemli alıntılar da sayfa aralarında büyük yazılmış.
Kitabı çok beğendim, aslında çoğunlukla hepimizin bildiği şeyler, ama yazar hem örneklerle hem gerekli yerlerde pratik uygulamalarla çok güzel işlemiş konuları. Kısacası tavsiye edeceğim bir kitap. Bu arada yazar iletişim adreslerini de kitapta paylaşmış. Keyifli okumalar dilerim.
Kitabımız Avrupa Yakası Yayıncılık’tan ilk 2015 yılında çıkmış, benim okuduğum 4. baskısı. 231 sayfalık kitapta yazarın genel olarak kendiyle ve çevresiyle barışık, mutlu bir insan olmaya giden yolda neler yapılması ve neler yapılmaması gerektiği üzerinde durmuş. Çok kolay okunan bir tarzı var kitabın, ayrıca önemli yerler, önemli alıntılar da sayfa aralarında büyük yazılmış.
Kitabı çok beğendim, aslında çoğunlukla hepimizin bildiği şeyler, ama yazar hem örneklerle hem gerekli yerlerde pratik uygulamalarla çok güzel işlemiş konuları. Kısacası tavsiye edeceğim bir kitap. Bu arada yazar iletişim adreslerini de kitapta paylaşmış. Keyifli okumalar dilerim.
13 Ekim 2017 Cuma
Oyun Dürtüsü - Juli Zeh
Merhaba! Öncelikle kusura bakmayın, yorumlarınızı yayınlamakta ve cevaplamakta geç kalıyor olabilirim, blogger arkadaşlarımı ise ziyaret edemiyorum şu aralar, ev ve çocuklarla ilgili sorumluluklarım beklenmedik şekilde arttı, yakında bu konularda yeni düzenlemelerimi yapar yapmaz eskisi gibi olacağına inanıyorum, şimdilik kusura bakmayın :)
Oyun Dürtüsü'ne dönersek, Metis Yayınları’nın sitesinden yaptığım alışverişe bu kitabı hediye ettiler. Önce yazarı tanıyalım, 1974’te Bonn’da doğmuş. Hem hukuk hem Alman Dili ve Edebiyatı eğitimi almış. Kartallar ve Melekler isimli ilk romanını yazış. Bunun dışında hukuk konusunda bir kitap, yazığı makalelerden oluşan bir kitap, Bosna gezisi izlenimlerini içeren bir kitap ve köpek sahipleri için de mizahi bir sözlük yazmış, yazığı kitaplarla çeşitli ödüller almış. Yazarın 2004 yılında yazış olduğu kitap Metis Yayınları’ndan 2007’de çıkmış.
476 sayfalık kitabı Itır Arda çevirmiş. Bu arada kapak resmini çok beğendim. Arka kapak yazısında söyle diyor...
”... bu romanda, fikirlerin, ideolojilerin, dinlerin, barışa inancın, insan haklarının ve demokrasinin yerine pragmatimzi koyan iki özel okul öğrencisinin öyküsünü anlatıyor. İnsanların kararlarının aslında mükemmel prova edilmiş bir oyun olduğunu ve kendisine kalan son varoluş şeklinin de bu oyun olduğunu düşünen Alev ile ‘nitelik edinmeyi’ gereksiz bulan, aptallığa duyduğu nefreti zehir gibi sözlerle dile getiren Ada’nın öyküsü....
Yazar, ‘iyi-kötü’ ayrımının yerini ‘işlevsel- işlevsel olmayan’ ayrımına bıraktığı, ahlakın bir endüstri normuna dönüştüğü ve gerçekliğin kendi kopyalarını taklit ettiği çağımızda, insani bir şey hissedebilmek için kalp piline gerek duyan neslin bu iki üyesini anlatırken, Greenpeace ile El Kaide, Hollywood ile 11 Eylül arasındaki paralelliklere işaret ederek dünyamızın bugünkü durumuna, toplumların yapısına ve insanlar arasındaki ilişkilere alışılmışın dışında bir bakış açısı sunuyor. Hukuk eğitimi de görmüş olan ve gerek analiz yeteneği gerekse üslubu ile eleştirmenlerin takdirini kazanan yazar, kitabında değişen zaman karşısında değerler ve yasaların konumunun yanı sıra adalet, hukuk, dil ve gerçeklik kavramlarını da sorguluyor.”
“Ya nihilistlerin torunlarının çocukları, adına dünya görüşü dediğimiz, ibadet malzemesi satan tozlu dükkandan çoktan
çekip gitmişlerse?” Romanın ilk cümlesi bu ve üç, dört sayfalık bu bölüm bu minvalde devam ediyor. İlk bölümü bitiremeden kitabı okumaktan vazgeçmiştim. Sonra kitabı biraz karıştırdım, ilginç bir iki noktaya rastlayınca, okumaya ikinci bölümden devam ettim.
Ernst-Bloch lisesi özel bir lise, 14 yaşındaki Ada dış görnüşüyle dikkat çekici bir kız değil ama son derece zeki, yine de gerek duymadıkça sessiz kalmayı tercih ediyor. Annesiyle birlikte yaşıyor. Çok iyi bir koşucu, ama hayata karşı adeta kayıtsız, çoğu şeye tepkisi “yapmamla yapmamam arasında bir fark yok, dolayısıyla yapmam/yapmamam gerekmiyor” şeklinde. Smutek ismindeki hem beden hem de Almanca öğretmeni, Ada’yı zekası ve koşma yeteneğinden dolayı dikkate değer buluyor. Smutek’in kendi hayatı da oldukça ilginç, 40 yaşındaki adam aslen Polonyalı ve buradaki hayatı ile ülkesindeki hayatı arasında hala çelişkili hisleri var. Karısı da kendisi gibi Polonyalı ve Smutek neredeyse karısına tapıyor. Karısı ise aslında ona karşı çok da sevecen değil sanki. Bu arada Alev isminde yarı Mısırlı, şeytani bir çekiciliğe sahip genç bir çocuk geliyor sınıflarına. Bütün kızlar ve Ada bir anda bu delikanlının çekimine kapılıyor. Alev Ada’nın daha cüretkar ve şeytani erkek verisyonu sanki. İkisi derslerdeki tartışmalarla birbirlerine çekiliyorlar. Alev cinsel sorunlarından dolayı yaşıtı erkeklerin cinselliğe harcadığı enerjiyi başka şeylere yöneltmek durumunda, bu başka şeyler arasında “oyun teoirisi” ve bunun uygulaması var. Alev Ada’ya oyun teorisi ile ilgili bir kitap verir ve ardından yazdığı senaryoyu sahneye koymaya başlar. Ada ise sorunsuz bir hayattan sıkılır ve kendisini Alev’in büyüsüne bırakıp, onun yazdığı oyunda rol alır. Bu ikilinin ağına düşen ise Smutek’tir.
Kitabı beğendim, gerçekten oldukça sürükleyici, merak uyandırıcı bir kitaptı. Zaman zaman kitaptaki felsefi tartışmalardan sıkıldığımı itiraf edeyim ama onun haricinde güzel bir kitaptı, 467 sayfayı iki, üç gün içinde okudum. Değişik bir şeyler okumak isterseniz tavsiye ederim. Sonu da güzeldi bence. Keyifli okumalar dilerim.
Oyun Dürtüsü'ne dönersek, Metis Yayınları’nın sitesinden yaptığım alışverişe bu kitabı hediye ettiler. Önce yazarı tanıyalım, 1974’te Bonn’da doğmuş. Hem hukuk hem Alman Dili ve Edebiyatı eğitimi almış. Kartallar ve Melekler isimli ilk romanını yazış. Bunun dışında hukuk konusunda bir kitap, yazığı makalelerden oluşan bir kitap, Bosna gezisi izlenimlerini içeren bir kitap ve köpek sahipleri için de mizahi bir sözlük yazmış, yazığı kitaplarla çeşitli ödüller almış. Yazarın 2004 yılında yazış olduğu kitap Metis Yayınları’ndan 2007’de çıkmış.
476 sayfalık kitabı Itır Arda çevirmiş. Bu arada kapak resmini çok beğendim. Arka kapak yazısında söyle diyor...
”... bu romanda, fikirlerin, ideolojilerin, dinlerin, barışa inancın, insan haklarının ve demokrasinin yerine pragmatimzi koyan iki özel okul öğrencisinin öyküsünü anlatıyor. İnsanların kararlarının aslında mükemmel prova edilmiş bir oyun olduğunu ve kendisine kalan son varoluş şeklinin de bu oyun olduğunu düşünen Alev ile ‘nitelik edinmeyi’ gereksiz bulan, aptallığa duyduğu nefreti zehir gibi sözlerle dile getiren Ada’nın öyküsü....
Yazar, ‘iyi-kötü’ ayrımının yerini ‘işlevsel- işlevsel olmayan’ ayrımına bıraktığı, ahlakın bir endüstri normuna dönüştüğü ve gerçekliğin kendi kopyalarını taklit ettiği çağımızda, insani bir şey hissedebilmek için kalp piline gerek duyan neslin bu iki üyesini anlatırken, Greenpeace ile El Kaide, Hollywood ile 11 Eylül arasındaki paralelliklere işaret ederek dünyamızın bugünkü durumuna, toplumların yapısına ve insanlar arasındaki ilişkilere alışılmışın dışında bir bakış açısı sunuyor. Hukuk eğitimi de görmüş olan ve gerek analiz yeteneği gerekse üslubu ile eleştirmenlerin takdirini kazanan yazar, kitabında değişen zaman karşısında değerler ve yasaların konumunun yanı sıra adalet, hukuk, dil ve gerçeklik kavramlarını da sorguluyor.”
“Ya nihilistlerin torunlarının çocukları, adına dünya görüşü dediğimiz, ibadet malzemesi satan tozlu dükkandan çoktan
çekip gitmişlerse?” Romanın ilk cümlesi bu ve üç, dört sayfalık bu bölüm bu minvalde devam ediyor. İlk bölümü bitiremeden kitabı okumaktan vazgeçmiştim. Sonra kitabı biraz karıştırdım, ilginç bir iki noktaya rastlayınca, okumaya ikinci bölümden devam ettim.
Ernst-Bloch lisesi özel bir lise, 14 yaşındaki Ada dış görnüşüyle dikkat çekici bir kız değil ama son derece zeki, yine de gerek duymadıkça sessiz kalmayı tercih ediyor. Annesiyle birlikte yaşıyor. Çok iyi bir koşucu, ama hayata karşı adeta kayıtsız, çoğu şeye tepkisi “yapmamla yapmamam arasında bir fark yok, dolayısıyla yapmam/yapmamam gerekmiyor” şeklinde. Smutek ismindeki hem beden hem de Almanca öğretmeni, Ada’yı zekası ve koşma yeteneğinden dolayı dikkate değer buluyor. Smutek’in kendi hayatı da oldukça ilginç, 40 yaşındaki adam aslen Polonyalı ve buradaki hayatı ile ülkesindeki hayatı arasında hala çelişkili hisleri var. Karısı da kendisi gibi Polonyalı ve Smutek neredeyse karısına tapıyor. Karısı ise aslında ona karşı çok da sevecen değil sanki. Bu arada Alev isminde yarı Mısırlı, şeytani bir çekiciliğe sahip genç bir çocuk geliyor sınıflarına. Bütün kızlar ve Ada bir anda bu delikanlının çekimine kapılıyor. Alev Ada’nın daha cüretkar ve şeytani erkek verisyonu sanki. İkisi derslerdeki tartışmalarla birbirlerine çekiliyorlar. Alev cinsel sorunlarından dolayı yaşıtı erkeklerin cinselliğe harcadığı enerjiyi başka şeylere yöneltmek durumunda, bu başka şeyler arasında “oyun teoirisi” ve bunun uygulaması var. Alev Ada’ya oyun teorisi ile ilgili bir kitap verir ve ardından yazdığı senaryoyu sahneye koymaya başlar. Ada ise sorunsuz bir hayattan sıkılır ve kendisini Alev’in büyüsüne bırakıp, onun yazdığı oyunda rol alır. Bu ikilinin ağına düşen ise Smutek’tir.
Kitabı beğendim, gerçekten oldukça sürükleyici, merak uyandırıcı bir kitaptı. Zaman zaman kitaptaki felsefi tartışmalardan sıkıldığımı itiraf edeyim ama onun haricinde güzel bir kitaptı, 467 sayfayı iki, üç gün içinde okudum. Değişik bir şeyler okumak isterseniz tavsiye ederim. Sonu da güzeldi bence. Keyifli okumalar dilerim.
5 Ekim 2017 Perşembe
Deniz, deniz - Iris Murdoch
Iris Murdoch okumalarına devam ediyorum. “Deniz, deniz” (The sea, the sea) 1978’de yazılmış olmasına rağmen dilimize son çevrilen Murdoch romanı. Ağustos 2016’da Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan 512 sayfalık romanı Nuray Önoğlu çevirmiş; çok detaylı, harika bir çeviri gerçekten. Bu arada kitabın fontu küçük, bölüm sayısı çok az yani bana göre kitap 650 sayfaya karşılık geliyor.
Kitabın konusunda “eski bir tiyatrocu deniz kenarındaki evinde inzivaya çekilir,” diye başlıyordu, kitabın –hele de bu kadar uzun olunca- sıkıcı olacağını düşünüyordum ama kitap okuduğum en iyi Iris Murdoch kitabıydı, kesinlikle bayıldım.
Kahramanımız Charles Arrowby altmışlı yaşlarda, eski bir tiyatro oyuncusu ve yönetmenidir. Artık emekli olmaya karar vermiş ve deniz kenarı bir köyde, tek başına, merkeze uzak, oldukça değişik bir ev alır. Shruff’s End ismindeki bu evi bu kadar çok sıfatla anlatmaya çalıştım ama ev romanda oldukça geniş bir yer tutuyor. Roman aslında Charles Arrowby’nin günlüğü, ama tarih atılmamış.
Shakespear’a göndermeler, özellikle Fırtına ile benzerlikler de var romanda. Önsözde bahsedildiği üzere Tibet Budizmi’nde bahsedilen hikayelerle de paralellikler varmış.
Arrowby, öncelikle Shruff’s End’i ve orada geçirdiği sakin günleri anlatarak başlıyor, kendine hazırladığı değişik yemekler var. Ve tabi ki Shruff’s End’den görünen manzaranın eşsiz anlatımı, şiir gibi. Böyle yüzlerce sayfa olsa sıkılmadan okunur, o kadar keyifli ve güzel bir anlatım… Sonra yavaş yavaş Arrowby ailesini, geçmişi, kendisini bugünlere getiren olayları anlatmaya başlar. Kısa bir süre sonra ise gençliğinde delice aşık olduğu, evlenmek istediği, ancak çok da net olmayan bir sebepten kendisini geri çeviren Hartley’e rastlar köyde. İşte bu karşılaşma Arrowby’nin hayatını alt üst eder. Sadece bu da değil, Arrowby’nin bir şekilde hayatlarına etki etmiş olduğu eski arkadaşları, aşkları ve eksantrik kuzeni James de bir şekilde hikayeye dahil olurlar.
Roman, bir sürü gelişmeden sonra, kahramanların ve Arrowby’nin hayatındaki son durumları özetleyen hamiş bölümü ile son buluyor.
Arka kapakta John Burnside kitap için “ … Deniz, deniz bizi başlıca ifritlerimizle yüzleştiren çok güzel, karmaşık ve ironik bir roman: Korku, kıskançlık, kibir, haset, yanlış kişiye duyulan aşkın acısı ve hayhuyu: ister savaş alanında olsun ister evimizin mahremiyeti içinde, şiddet kullanma içgüdüsü. Böyle bir eserde tek bir izleği çekip çıkarmaya olanak yoktur.” Demiş. Kitabın başında onun yazdığı 11 sayfalık bir önsöz bulunuyor.
Önsözün son paragrafı. Murdoch’un ölümü üzerine The Times’ta hakkında çıkan yazıdan bir parçayla son buluyor;
“Onu çok fazla eser yayınladığı için kınayanlar, belki de asıl noktayı kaçırıyorlardı; Murdoch mükemmel (hakkında onca derin düşündüğü iyilik gibi) insanın başarabileceklerinin ötesindeymişçesine, kusurluluk yahut kusurlu olabilme yeteneği üzerinde çalıştı. Her romanı idealine ulaşmak için yeni bir girişim idiyse bile, idealinin her defasında daha ötelere gittiğini gördü.”
Bu arada Murdoch yine bir felsefeci olarak romana kattığı çeşitli felsefi tartışmalarla eseri oldukça zenginleştirmiş, özellikle ahlak felsefesi üzerinde durmuş. Romanın son bölümündeki metafizik anlatımlara ise yine bayıldım. Bu romanın kesinlikle Murdoch’un başyapıtı olduğunu düşünüyorum.
Kitabın konusunda “eski bir tiyatrocu deniz kenarındaki evinde inzivaya çekilir,” diye başlıyordu, kitabın –hele de bu kadar uzun olunca- sıkıcı olacağını düşünüyordum ama kitap okuduğum en iyi Iris Murdoch kitabıydı, kesinlikle bayıldım.
Kahramanımız Charles Arrowby altmışlı yaşlarda, eski bir tiyatro oyuncusu ve yönetmenidir. Artık emekli olmaya karar vermiş ve deniz kenarı bir köyde, tek başına, merkeze uzak, oldukça değişik bir ev alır. Shruff’s End ismindeki bu evi bu kadar çok sıfatla anlatmaya çalıştım ama ev romanda oldukça geniş bir yer tutuyor. Roman aslında Charles Arrowby’nin günlüğü, ama tarih atılmamış.
Shakespear’a göndermeler, özellikle Fırtına ile benzerlikler de var romanda. Önsözde bahsedildiği üzere Tibet Budizmi’nde bahsedilen hikayelerle de paralellikler varmış.
Arrowby, öncelikle Shruff’s End’i ve orada geçirdiği sakin günleri anlatarak başlıyor, kendine hazırladığı değişik yemekler var. Ve tabi ki Shruff’s End’den görünen manzaranın eşsiz anlatımı, şiir gibi. Böyle yüzlerce sayfa olsa sıkılmadan okunur, o kadar keyifli ve güzel bir anlatım… Sonra yavaş yavaş Arrowby ailesini, geçmişi, kendisini bugünlere getiren olayları anlatmaya başlar. Kısa bir süre sonra ise gençliğinde delice aşık olduğu, evlenmek istediği, ancak çok da net olmayan bir sebepten kendisini geri çeviren Hartley’e rastlar köyde. İşte bu karşılaşma Arrowby’nin hayatını alt üst eder. Sadece bu da değil, Arrowby’nin bir şekilde hayatlarına etki etmiş olduğu eski arkadaşları, aşkları ve eksantrik kuzeni James de bir şekilde hikayeye dahil olurlar.
Roman, bir sürü gelişmeden sonra, kahramanların ve Arrowby’nin hayatındaki son durumları özetleyen hamiş bölümü ile son buluyor.
Arka kapakta John Burnside kitap için “ … Deniz, deniz bizi başlıca ifritlerimizle yüzleştiren çok güzel, karmaşık ve ironik bir roman: Korku, kıskançlık, kibir, haset, yanlış kişiye duyulan aşkın acısı ve hayhuyu: ister savaş alanında olsun ister evimizin mahremiyeti içinde, şiddet kullanma içgüdüsü. Böyle bir eserde tek bir izleği çekip çıkarmaya olanak yoktur.” Demiş. Kitabın başında onun yazdığı 11 sayfalık bir önsöz bulunuyor.
Önsözün son paragrafı. Murdoch’un ölümü üzerine The Times’ta hakkında çıkan yazıdan bir parçayla son buluyor;
“Onu çok fazla eser yayınladığı için kınayanlar, belki de asıl noktayı kaçırıyorlardı; Murdoch mükemmel (hakkında onca derin düşündüğü iyilik gibi) insanın başarabileceklerinin ötesindeymişçesine, kusurluluk yahut kusurlu olabilme yeteneği üzerinde çalıştı. Her romanı idealine ulaşmak için yeni bir girişim idiyse bile, idealinin her defasında daha ötelere gittiğini gördü.”
Bu arada Murdoch yine bir felsefeci olarak romana kattığı çeşitli felsefi tartışmalarla eseri oldukça zenginleştirmiş, özellikle ahlak felsefesi üzerinde durmuş. Romanın son bölümündeki metafizik anlatımlara ise yine bayıldım. Bu romanın kesinlikle Murdoch’un başyapıtı olduğunu düşünüyorum.