30 Haziran 2011 Perşembe

André Maurois'den "İklimler"


Kitap 1928 yılında yayınlanmış ilk, yazar bu romanda kendi yaşam öyküsüne de kısmen yer vermiş. Kitap iki bölümden oluşuyor, ilk bölüm Philippe'in müstakbel eşi Isabelle ile evlenmeden önce ona hayatını anlattığı uzun bir mektup, ikinci bölümde ise Isabelle Philippe ile evlendikten sonraki hayatlarını anlatıyor. Bu iki bölümde iki farklı Philippe görüyoruz.

Philippe'in hayatının ilk bölümünde "Küçük Rus Askerler" isimli romanda okuduğu bir bölümün etkisinde kalıyor, burada bir grup liseli delikanlı bir oyunda kendi kendilerine ordu oluşturuyorlar ve zarif, göz alıcı güzellikte, üniversiteli bir kızı kendilerine kraliçe yapıyorlar. Delikanlılar yaptıkları şeylerle, başarılarıyla güzel kraliçelerinin gözüne girmek istiyorlar. İşte bu roman Philippe'in karşı cinsten beklentilerini etkiliyor, o hep "kraliçem, amazonum" dediği zarif, güzel ve güçlü kadınlardan hoşlanıyor. Ancak böyle bir kadın karşısına çıkmayınca gençliğinde elde edebildiği bütün kadınlarla gönlünü hoş ediyor. Uzun zaman sonra Odilé ile karşılaşıyor, bu kız gerçekten çok güzel, zarif, içe dönük ve naif bir kız. Ailesi pek onaylamasa da evleniyorlar. Evlendikten sonra bu kadın bambaşka oluyor, evli olduğu halde başka erkeklerle flört etmekten, başbaşa gezip tozmaktan geri durmuyor. Aslında her zaman masum olsa da Philippe şüpheler içinde kendini yiyip bitiriyor, üstelik bu şüphelerini eşine açsa da kadın son derece aldırmaz tavırlarıyla onu daha da kırıyor. Yine de Philippe ne olursa olsun bu güzelliğin yanındaki varlığından vazgeçemeyceğini anlıyor. Bir gün François isimli bir deniz subayıyla tanışıyorlar, bu adam her türlü kadınla maceera yaşasa da hiç birisine değer vermemekle, bu acımasızlığı ama aynı zamanda çekiciliği ile nam salmış bir adam. Kısa zamanda Odilé gönlünü bu adama kaptırıyor, son noktada da Philippe'den boşanıyor ve hatta François ile evleniyorlar. Philippe ise bütün bunlara rağmen onu sevmekten vazgeçmiyor. Bu arada Odilé'in evlendiği halde çok mutsuz olduğu, François'in kısa sürede ondan sıkıldığı haberleri yayılıyor, bir süre sonra ise intihar ettiği duyuluyor. Philippe yıkılıyor. Odilé kendisinin yaşadıklarını yaşamış yani.

Philippe'in her zaman yakın olduğu kuzeni Rene onu arkadaşı Isabelle ile tanıştırıyor. Isabelle Odilé'in tamamen zıttı, süsten ziyade sadelikten yana, öne çıkmaktan, dikkat çekmekten hoşlanmayan, sessiz sakin, olgun bir kadın. O hep peşinden koştuğu amazonuna benzemese de bu kadını seviyor Philippe ve evleniyorlar. Önceleri başabaşa olmak, sakin hayat Philippe'in hoşuna gitse de bir süre sonra sıkılıyor. Isabelle ise ona çok aşık ve bir dediğini iki etmeyen, tek mutluluğu onunla bulan bir kadın. Bu Philippe'i sıkıyor ve eğlence için sürekli davetlere, başka insanların arkadaşlıklarına, özellikle de amazonuna benzettiği güzel kadınların arkadaşlıklarına ihtiyaç duymaya başlıyor. Bu da Isabelle'i daha sahiplenci, dırdırcı ve sıkıcı bir hale getiriyor.

Philippe günlüğünde Isabelle ile olan ilişkileri için şu notu almış;
"Beni benim Odile'i şımarttığım gibi şımartıyor. Ama acı ile korku ile görüyorum ki bu kadar incelik beni ondan uzaklaştırıyor. Kendime kızıyorum. Bu duyguyu yenmeye çalışıyorum. Ama boşuna... Isabelle'de amazonumu, kraliçemi, bir bakıma Odile'i görmek istiyordum, ama Isabelle o tip bir kadın değil.Ona oynayamayacağı bir rol vermiştim. Asıl işin ağır yanı onu sevmem, sevilmeye layık olduğunu bilmem. Azap çekiyorum."

Zaten Isabelle'in annesi ona eşine çok ilgi gösterdiği için kızıyor ve "eğer eşini elinde tutmak istiyorsan sevdiğini bu kadar belli etme" tarzında bir şey söylüyor, gerçekten de haklı. Philippe'in günlüğü şöyle devam ediyor başka bir yerde;

"Bu aşk komedyasında daha çok sevilenle daha az sevilenin oyununu oynuyoruz. O zaman bütün sözcükler ağızda değişiyor ve hep aynı kalıyor. Şimdi evden uzun zaman ayrıldıktan sonra günümü nasıl geçirdiğimi bütün ayrıntılarıyla anlatmama sırası bende. Isabelle kıskanç olmamaya çalışıyor ama acısını çektiğim için bunu çok iyi anlayacak durumdayım. Zavallı Isabelle'cik! Ona acıyorum ama onu iyileştirmek için elimden bir şey gelmiyor ki. Gerçekten masum olduğumu, ona o kadar gizemli gibi görünen dakikaların boşluğunu düşünürken Odile'i anımsamamak elimde değil.Vaktiyle benim hareketlerime Odile'in bu türlü bir ilgi göstermesi için neler feda etmezdim ki! Ama ne yazık. O hiç ilgi göstermediği için ben neler feda etmezdim demiyor muydum?"

Isabelle eşini kendisine bağlamak için bir çocuk yapıyor, ama o da çok etkili olmuyor. Philippe kendisini evli ve sosyetik bir güzel olan Solange'a kaptırıyor. Bu kadın tam da Philippe'in hayalini kurduğu amazon. Kısa zamanda arkadaşlıkları ateşli bir aşka dönüşüyor. Bu kadın çok rahat, eşinin metresini bilip kabul etmiş, kendisi de serbest bir hayat sürüyor. Isabelle eşinin ona doğru kayışına engel olmaıyori hatta onun mutluluğu için buna göz yumuyor, hatta Solange'ın eskisi gibi ona yüz vermediğini, bu yüzden Philippe'in neredeyse hasta oluşunu görünce ona iyi davransın diye kendisi gibi aralarını düzeltecek hale geliyor. Açıkcası bu kısımlarda Isabelle'in bu hali insanı çileden çıkarıyor.

Gerçi yazar Isabelle'i daha iyi anlayabilmemiz için onun çocukluğundan, yetiştirilişinden de bahsetmiş. Isabelle kurban kadın rolünden bir türlü çıkamıyor, sürekli kendisini kurban etme halinde. Daha sonra Philippe eve bir iki isimsiz telefon gelişi ile ve eşini bir erkekle konuşurken görünce kıskanıyor, bu noktada Isabelle onun için daha değerli oluyor ve onu neredeyse yeniden seviyor. Tabi Solange'ın ondan kopuşunun kesinleşmesi de etkili bunda. Solange'ın onu terk etmesiyle Odile'de yaşadığı duygular, terk ediliş acısı yine tekrarlanıyor ve yine sakin Isabelle limanında buluyor kendisini.

Malesef Philippe'in bu melankolik duyguların bağımlısı olduğu anlaşılıyor. Hep kendisine acı çektirecek kadınlara aşık oluyor. Zaten kuzeni Rene de Philippe ile evlenmediği için çok mutlu olduğunu söylerken onun mutluluğu mutsuzlukta, acı çekmekte arayan bir tip olduğunu söylüyor. Philippe tam karısı Isabelle'le sakin mutluluğu yakalamışken hayatını kaybediyor. İşte böyle.. Hoş bir romandı bence, karakter tahlilleri, duyguların gerçekçi anlatımlarıyla ilgimi çekti, tavsiye ederim.

Resim: http://www.kismetgirls.com/kismet_pictures/Dance_Pierre_Auguste_Renoir.jpg

23 Haziran 2011 Perşembe

Itazura na kiss- Mischevious Kiss


Son günlerde yeni bir anime keşfettim, 25 bölüm ve türü romantik- komedi:) Tam benim istediğim gibi bir anime'di. Kısaca konusundan bahsedeyim; Aihira Kotoko ortaokuldan beri okulun ve hatta belki Japonya'nın en zeki ve başarılı öğrencisi olan Irie Naoko'ya aşıktır. Aynı okulda olmalarına rağmen Irie en başarılı öğrencilerin olduğu A sınıfında, Kotoko ise başarısı en düşük olan F sınıfındadır. Lisenin son senesinde Kotoko artık aşkını daha fazla içinde tutamaz ve Irie'ye bir aşk mektubu verir, Irie ise o kadar burnu havadadır ki mektubu almak bile istemez. Kotoko çok üzülür ve aşkını kalbine gömmeye karar verir. Ancak o gün ilginç bir tesadüf olur, Kotoko'nun babası ile oturdukları ev depremde yıkılır ve yeni evleri yapılana kadar babasının en yakın arkadaşında kalmaya giderler. Babasının en yakın arkadaşı ise Irie'nin babasıdır! Kotoko şok olur ama ne olursa olsun Irie ile aynı evde yaşamak güzeldir. Irie her zamanki gibi soğuk davransa da zamanla Kotoko'yu tanımaya başlar ve ondaki güzellikleri keşfeder. Bu arada Kinosuke de Kotoko'ya umutsuzca aşıktır, onun Kotoko'ya yaptığı evlenme teklifi İrie'nin de kendi duygularını fark etmesini sağlar, o da Kotoko'ya aşıktır, o da evlenme teklif eder, tabi ki Kotoko havalara uçarak kabul eder bu teklifi. Ve hayatlarına birlikte devam ederler. Gerçekten çok güzel, romantik, süper bir anime'di. Komedi, romantizm, karakterlerin çokluğu ile tadı damağımda kaldı diyebilirim. Şarkıları da çok güzeldi.

Bu arada; www.kaleminsecdesi.blogspot.com adresinde kitap çekilişi yapılıyor. 2 Temmuz tarihine kadar yukarıdaki adrese yorumunuzu bırakırsanız çekilişe katılabilirsiniz.

17 Haziran 2011 Cuma

Felatun Bey ile Rakım Efendi


Yine Star Gazetesi'nin Büyük Türk Romanları serisinden bir kitap; Ahmet Mithat Efendi'nin 1875 yılında yazdığı "Felatun Bey ile Rakım Efendi" isimli romanı. Önce Ahmet Mithat Efendi'ye bakacak olursak Tanzimat dönemi yazarı ve Türk edebiyatının ilk popüler yazarıdır. Bu kitabı da 31 yaşında yazmış. Wikipedia'da okuduğum ilginç bir bilgi,
" 1880 yılında Beykoz bir çiftlik satın aldı. Ona ait araziden kaynayan suya “Sırmakeş” adını verdi ve şişeleyerek içme suyu satışı başlattı....Ölümüne dek ikiyüzden fazla eser yayımlayan Ahmet Mithat, Türk edebiyatının gerçek anlamda ilk popüler yazarıdır. En büyük arzusu kitap okuyan bir toplum yaratmak idi. Çoğunluğa hitap etmek, derlerine tercüman olmak kaygısıyla çok sayıda eser verdi “kırk beygir gücünde yazı makinesi” olarak tanındı."

Kitabı gerçekten çok beğendim, çoğu yerde oldukça güldüm. Bundan bir örneğe aşağıda yer vermeden önce kısaca konuya bakalım; genel olarak Batı düşkünü özenti Felatun Bey ile geleneklerine göre yaşayan terbiyeli, efendi, çalışkan Rakım Bey'in karşılaştırılması diyebiliriz. Felatun Bey babasından kalan parayla gününü gün ederken Rakım Bey dişiyle tınağıyla kazandığı parayla yüzünün akıyla yaşamaktadır. Rakım Efendi ne kadar olgun ve alçak gönüllüyse Felatun o derece onun tersidir. Bu ikisinin ortak dostları İngiliz Ziklas ailesidir. Bu ailenin Can ve Margrit adında iki güzel kızları vardır. Rakım bunlara Türkçe dersleri verir. Bu arada bir kere yüzünü görüp sevdiği Canan isimli güzel bir cariyeyi alır. Bu kızı sözde dadısı Fedayi'ye can yoldaşı olsun diye almıştır ama tam olarak adlandıramadığı bir sevgi duyar ona. Diğer taraftan 40'lı yaşlarını süren Madam Yozefina da Canan'a piyano dersleri vermektedir. Can ve Margrit Rakım'a hayrandırlar, Canan saf bir sevgiyle sever, Yozefin'se hem dostu olarak görür hem de cinsel yakınlık duyar. Rakım'sa bunlar karşısında ne yapacağını bilemez. O, her fırsatı değerlendiren Felatun gibi değildir, bir melek de değildir bir insandır ama herkes için en doğrusunu yapmak ister. Felatun sıklıkla kitapta komedi unsurunu sağlar. Örneğin Ziklas ailesinin evinde verilen bir davette dans ederken şöyle bir olay olur;

".. oyun arasında kazaen Margrit'in ayağına basmakla beraber derhal kendisini toplamak için hareket etmesinin ardından arka tarafından bir ses duydu. Kötü düşünmeyiniz! Başka bir şey değildi. Gayet dar ve siyah olmasından dolayı çürük bulunan pantolonun kıçı boylu boyuna ayrılmıştı...... Bereket versin ki, o akşam ayağında iç donu vardı. Zira Felatun Bey, pantalonun düzlüğünü bozmamak için böyle zengin yere geldiği zaman pantolonunu donsuz giymeye alışık olduğundan eğer yine bu adete uymuş olsaydı, işin içindeki en büyük sakatlık o zaman meydana çıkardı."

Bu paragraf beni çok güldürdü. Rakım Efendi her durumda iyi niyetini ve nezaketini korur. Sonunda bu karmaşık sevgi ilişkilerinden sıyrılarak içindeki aşkı bulur. Kitap konusu bilinerek de son derece zevkle okunacak bir kitap olduğundan söylemekte mazhur görmüyorum, Rakım'ın bu aşkı cariyesi Canan'dır.

Eski romanlarda garibime giden bir şey, en kibar konuşan kişilerin bile çok rahat "herif" kelimesini kullanmalarıydı. Etimoloji sözlüğünden öğrendim ki eskiden becerikli, elinden her iş gelen kişi manasında kullanılıyormuş.
Diğer garibime giden nokta Cariyelik oldu. Daha önce okuduğum kitaplarda daha üstü kapalı anlatımlarla karşılaşmış olduğum için yanlış anladığımı düşünürdüm ama gerçekten de varmış böyle bir şey. "Nerde o eski İstanbul beyefendileri" derken o eski İstanbul beyefendilerinin cariyeleri olabileceği aklıma gelmemişti!!
O zamanlarda bir erkek parayla satın aldığı esiri ile istediğini yapabiliyormuş.

Wikipedia'da cariye başlığı altında şu bilgiye rastlıyoruz;

"Cariye ya da halayık, yabancı ülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin isteklerine bağlı bulunan genç kadın...İslam Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu'nda 19. yüzyıl ortalarına kadar var olan bir sistemdi...Köleliğin insani ve ahlaki bir kurum olmadığı aydınlanma çağında ilk olarak seslendirilmeye başlanmıştır. İlk kanunlar İngiltere'de ve ABD'de 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1807 yılında çıkarılmış, daha sonra diğer Avrupa devletleri onları izlemişti. Avrupa'da İngiltere'den sonra köleliği ilk kaldıran Osmanlı İmparatorluğu'dur.Osmanlı'da kölelik, Sultan Abdülmecid döneminde 1847'de bir fermanla yasaklanmıştır."

Kitabın sonunda Rakım, Canan'a olan aşkından emin olduktan sonra onunla dini nikah yapmaya karar verir. Bir süre sonra ondan çocuğu olur; bu haberin verilişini de çok şairane bulduğumdan alıntılamak isterim :);
"... Canan'ın can evinde bir ciğarparenin canlanıp oynamakta bulunduğunu haber verdi."

Yalnız can sıkıcı olan kısım Yozefino'nun da bir süre sonra Rakım'ın kucağına bir bebek vermesi ve bu durumun Rakım'ın mutluluğunu ikiye katlaması. Rakım Canan'ı seviyor evlenecek onunla derken Rakım kendi haremini kurmayı mı istiyor anlamadık.
Yine de bu durum kitabın verdiği keyife engel olmuyor. Tavsiye ederim...

Resim:http://www.yildizsesli.com/wp-content/uploads/cariyee.jpg

12 Haziran 2011 Pazar

Yüreğimdeki Aşk Kıvılcımı


Yüreğimdeki Aşk Kıvılcımı kitabını uzun zamandır merak ediyordum, konusunu okuduğumda oldukça ilginç gelmişti. Ve bir de kitap kapağındaki "Romantik Romancılar Birliği- Son Elli Yılın En Romantik Romanı Ödülü" ibaresi merakımı körüklüyordu. Sonunda kitabı iki günde okuyup bitirdim.

Marianne 46 yaşında doğuştan gözleri görmeyen bir kadındır ve ablası Louise ile beraber yaşamaktadır. Marianne 27 yaşındayken, petrol işçisi eşi Harvey hayatını kaybeder, aslında çekici bir kadın olsa da gözlerinin görmemesi romantik ilişkilerini de sınırlamaktadır, sonunda o da arayıştan vazgeçer. Ta ki Keir ile tanışana kadar... Keir sert, güçlü, duygularını pek belli edemeyen bir adamdır. Tesadüfe bakın ki Keir de petrol sektöründe çalışır (soyadı Marianne'in ilk eşinin ismidir).

Tanışmalarından kısa bir süre sonra Keir Marianne'i Skye adasındaki evinde kalmaya davet eder. Marianne özgürlüğüne düşkün, kimseye muhtaç olmamaya çalışan ve bu yaştan sonra artık hayatı içinden geldiği gibi yaşamak isteyen bir kadındır, dolayısıyla aşık olmak planlarından yoktur. Keir'in ne hissettiğini ise pek anlamayız, tek bildiğimiz karşısındaki bu kadına değer verdiğidir. Bu gezi sırasında bu iki insan daha da yakınlaşır. Ama Keir hiç bir şey vaat etmez, birlikte olmak güzeldir ve bu durumda en iyisi birlikte geçirilen zamanın tadını çıkarmaktır. Oysa Marianne böyle düşünemeyecek kadar çok seviyordur bu adamı. Bu bir haftalık tatil sonunda Keir iş için yurtdışına gider. İki ay görüşemezler, bu arada Keir ona bir iki kez posta yollar.

Eğer bu romanı okumak istiyorsanız, ki çok da tavsiye etmiyorum, yazınınm devamını okumasanız iyi olur:) Evet Marianne bu sırada hamile olduğunu öğrenir, klasik "bana bebek için geri dönecekse dönmesin" mantığı üzerine kurulu bir sürü üzüntü yaşar. Keir döner ve onu tekrar evine davet eder, yine benzer şeyler söyler ve yurtdışına gider. Yine üzüntü , üzüntü... Ve geliyoruz kitabın en romantik ödülünü alma sebebine; Keir'in öldü haberi gelir vs vs...Ama sonradan öğrenirler ki ölmemiş!!! Ticari buldum ben bu numaraları. Marianne karakteri son derece huysuz ve sivri dilliydi, bu bir koruma kalkanı, onu anlıyoruz aslında, insanların kendisine acımasını istemiyor vs vs.. ama buna gerek de yok çünkü ablası ve etrafındaki diğer insanlar son derece sevecen ve iyi. Açıkçası Marianne zaten doğuştan görme engelli olduğu için böyle bir şeye de çok gerek yok. Kısacası Marianne'i fazla sert buldum zaman zaman. Keir de çok duygusuz. İkisinin aşkı da hiç romantik değil. Dediğim gibi tüm -sözde- romantizm Keir'in ölüp dirilmesi ve sonunda Marianne'i bulup evle teklif etmesi. Okumasanız da olur...

7 Haziran 2011 Salı

Taaşşuk-u Talat ve Fitnat


Star gazetesinin verdiği kitaplardan biri de Taaşşuk-u Talat ve Fitnat, yazarı Şemsettin sami. Bu kitabın en önemli özelliği Osmanlıca harflerle yazılan ilk Türkçe roman olması. Yazılış tarihi 1872. Bu aynı zamanda yazraın da ilk eseri. Yazar ile ilgili ilginç bir bilgi de kendisinin Ali Sami Yen'in babası olması.
Bu arada wikipedia'da konu ile ilgili verilen bilgi şu;

"Talat ile Fitnat'ın aşkını anlatan roman, Türk edebiyat tarihine ilişkin birçok eserde "İlk Türkçe Roman" olarak değerlendirilir. Ancak bu doğru değildir. Bugüne dek ortaya çıkarılmış olan ilk Türkçe roman, Vartan Paşa (Hovsep Vartanyan) tarafından Türkçe olarak yazılıp Ermeni harfleriyle basılan Akabi Hikayesi'dir. 1851'de yayımlanan bu romanı 1991'de Andreas Tietze modern transkripsiyonla yayımlamıştır. (Eren Kitabevi, İstanbul.) 1851-1872 arasında da çok sayıda Ermenice harfli Türkçe roman yayımlandığı anlaşılmaktadır.

Şemseddin Sami'nin eserinin Türkçe yazıyla ilk Türkçe telif roman olup olmadığı yeterince aydınlatılmış bir konu değildir. Ancak popülerlik kazanan ilk Türkçe roman olduğu muhakkaktır."
(http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eemsettin_Sami)

Konusuna bakacak olursak; Talat küçük yaşta babasını kaybetmiş 19 yaşında bir delikanlıdır. Annesi Saliha Hanım ve Ayşe Kalfa ile beraber mazbut bir hayat yaşarlar. Kitabın ilk bölümlerinde Saliha Hanım'ın merhum eşi Ri'fat bey ile nasıl tanışıp evlendiklerini okuruz. Sonra Talat bir gün tesadüfen pencere kafesi arkasından Fitnat'ı görür ve yıldırım aşkıyla ona tutulur. Bu aşk karşılıklıdır da. Fitnat'ı sorup soruşturan Talat, onun üvey babası Hacı Bey ile yaşadığını ama, babası çok tutucu olduğu için okulu bırakalı beri yani 7-8 yıldır hiç evden çıkmadığını, babasının kızı evlendirmeye de niyeti olmadığını öğrenir. Bunun üzerine kızla görüşmek için kız kılığına girip onunla arkadaş olmaktan başka çare bulamaz. Ragıbe ismiyle Fitnat'ın evine girip çıkmaya başlar. Bir gün Fitnat bu yakın arkadaşına derdini açar, babası zengin bir adam bulmuş kendisini onunla evlenmeye zorlamaktadır. Bunun üzerine Ragıbe sırrını Fitnat'a açar, ama ne çare? Ali Bey denen bu adamla nikah kıyılmıştır bile. İşte bu noktadan sonra olaylar gelişir...:)
Edebiyatımızın ilk romanı kendisinden sonra gelen nice roman ve Türk filmlerine ilham vermiş işte görüyoruz. Edebi önemi açısından okunmalı.
Resim: http://www.bakimliyiz.com/unlu-ressamlar-ve-resimleri/74634-osman-hamdi-bey-resimleri.html
Resmin İsmi: Sultanahmet Camii Girişinde Kadınlar
Osman Hamdi'nin diğer eserlerini de bu sayfada görebilirsiniz. Aşağı yukarı romanın yazıldığı yıllarda yapılmış bu resimler de. Son derece güzeller, değil mi?:)
Osman Hamdi'nin "Kaplumbağa Terbiyecisi" isimli tablosunu Pera Müzesi'nde görebilirsiniz bu arada:)

6 Haziran 2011 Pazartesi

Julie Garwood'dan Sır


Geçenlerde bu kitabı kapağına bakarak ve yazarın isim benzerliğinden dolayı Juidth Mcnaught kitabı sanarak almıştım (o sırada Judith Mcnaught ismi tam olarak aklımda değildi). Judith Mcnaught'un daha önce Sonsuza Kadar, Mutluluk, Aldığım Her Nefeste gibi kitaplarını okumuştum. Türü "historical romance" olarak geçen bu kitapların sonunu tahmin etmek hiç zor değil; yakışıklı, başından bir sürü ilişki geçmiş ama gerçek aşkı bir türlü bulamamış, yaşadığı bir olaydan ötürü haşin karakterli ama içinde çok sevencen biri olan güç sahibi (genellikle İrlandalı) erkek kahramanın yolu bir şekilde son derece nazik, güzel, zarif, iyi kalpli vb. kızla kesişir; ilk başta bunu anlayamasalar bile gerçek aşkı ilk defa birbirlerinde tadarlar ancak bu aşkı yaşamak öyle kolay değildir, bir mücadele verilmesi gerekir, bu mücadele verilir ve güç de olsa aşıklar bir araya gelir. İşte bu basit konu her seferinde son derece güzel ve etkileyici bir dille, gerçekçi karakterlerle anlatılır Mcnaught'un kitaplarında. Sır kitabına dönecek olursak; hikayede Judith karakteri güzel bir İngiliz kızıdır, küçükken tanıdığı İskoç arkadaşına bir söz vermiştir, arkadaşı doğum yapacağı zaman onun yanında olacaktır. Ve o gün gelir, İskoçlar ve İngilizler arasındaki düşmanlık sürdüğü müddetçe bu sözü tutmak zor olacaktır, ama Judith'i alıp kasabalarına götürmek üzere bir kaç adam ve beyleri gelir, bey Iain'dır ve görür görmez bu güzel İngiliz kızına aşık olur. Bu arada kitaba ismini veren sıra gelelim; Judith'in küçükken kendisine öldüğü söylenen babası aslında yaşıyordur ve o da Iain'inkiyle pek de iyi ilişkileri olmayan bir İskoç beyliğinin yöneticisidir. Olaylar gelişir Iain ve Judith bütün zorluklara rağmen evlenir, müthiş bir aşk yaşar, Judith'in babası ile de arası düzelir vs. Bu hikayede Mcnaught'unkilere kıyasla karakterler oldukça yüzeysel ve gerçekçilikten uzaktı, olay örgüsü de aynı şekilde. Iain'in beyliğindeki savaşçılar olsun, önceki beyler olsun adeta 7 cüceleri oynuyorlardı, kitapta hemen hemen hiç bir ciddiyet yoktu diyebilirim. Sözde herkesin çekindiği bey Iain ile Judith'in diyalogları son derece saçmaydı. Eğer historical romance türünde güzel bir kitap okumak isterseniz Judith Mcnaught'un "sonsuza kadar" ve "mutluluk" kitaplarını tavsiye ederim. Bu arada Sır kitabını Taksim metrosunun içindeki kitap paylaşım alanına bırakmıştım. Bu gün de Yeşil Kiraz 2'yi bıraktım:)
Resim: http://cf-ui.shelfari.com/club10983633344914350492544.jpg
All readers sitesinden kitabın linki;
http://www.allreaders.com/Topics/info_932.asp?BSID=0

1 Haziran 2011 Çarşamba

Lanetli Miras


Dün akşam Lanetli Miras isimli İspanyol filmini seyrettim. Film önce Valdemar konağına değer biçmek ve eşyaları katologlamak amacıyla gönderilen eksperin ortadan kaybolması üzerine bir yenisinin görevlendirilmesiyle başlıyor. Eksper kız konakta tek başına dolaşıp eşyaları incelerken kendisinden önce gönderilen arkadaşının cesedini buluyor, bu sırada garip bir yaratık da kendisini kovalamaya başlayınca evin bekçişi ve bir kişinin de yardımıyla kurtarılıyor, ama sonra aslında onların tutsağı olduğunu fark ediyor. Bu arada emlak şirketi kaybolan iki eksperinin başına gelenleri basından ve polisten uzak bir şekilde öğrenebilmek için bir dedktif tutuyor. Filmin asıl hikayesi de dedktif Valdemar Vakfının başkanından konağın hikayesini dinlerken ortaya çıkıyor. Bu kısımda H.P. Lovecraft'ın eserinden esinlenilmiş. Bu kısımda Aleister Crowley gibi zamanının meşhur okültistlerinden birinin ismine yer verilmiş mesela, veya isteklerinin gerçekleşmesi için Dunwich Ayini yaparak şeytani güçlerden yardım isteyen grubun içinde yine bir takım tanıdık isimlere rastlamak mümkün, bunlardan birisi de Drakula kitabının yazarı Bram Stoker.Açıkçası bunu hoş bulmadım çünkü beyefendiliği ile meşhur Bran Stoker'ın isminin bu şekilde kullanılması bence çok yakışıksız olmuş. Evin hikayesi de anlatıldıktan sonra film pat diye bitiyor. Hiç bir şey anlamadım bu filmden doğrusu. İkinci filmi de varmış, o zaman belki anlaşılır olabilir. Film İspanya'da herhalde ulsular arası dağıtımı olup da devlet desteği almayan ilk filmmiş. İzlemesiniz de olur...

Paul and Paula


Geçenlerde kendime 50 ve 60'ların hit şarkılarından bir şarkı listesi oluşturdum, uzun zamandır sürekli dinliyorum ama hiç sıkılmadım, şarkılar o kadar güzelki. Bir kısmına zaten aşinaydım ama bir kısmını da yeni keşfettim. Listeyi de şu siteden oluşturdum; http://www.geocities.com/~goldenoldies/jukebox5060.htm
Şu sıralar en beğendim şarkı Paul and Paula'dan "Hey Paula" , çok güzel bir şarkı. Resimde Paul ve Paula'yı görüyorsunuz. Hey Paula şarkısının sözleri de şöyle;

[Paul:]
Hey, hey Paula, I wanna marry you
Hey, hey Paula, no one else will ever do
I've waited so long for school to be through
Paula, I can't wait no more for you
My love, my love

[Paula:]
Hey Paul, I've been waiting for you
Hey, hey, hey Paul, I want to marry you too
If you love me true, if you love me still
Our love will always be real
My love, my love

[Both:]
True love means planning a life for two
Being together the whole day through
True love means waiting and hoping that soon
Wishes we've made will come true
My love, my love


Çok romantik..:)
Resim:http://www.rayhildebrand.com/images/paul-and-paula.jpg
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...