30 Mayıs 2010 Pazar


Sonunda bitti, gerçekten çok güzeldi. Kitap okumayı film seyretmekten daha çok seviyorum, evet. Tom'un hislerini maceranın her anında ayrıntlarıyla öğrenebildim. Son sayfaya kadar Tom yakalanma korkusu yaşadı. Amerikalı dedektif McCarron'la görüştü, dedektif hiç şüphelenmedi ondan. Sonra sahta vasiyetnameyi Herbert Greenleaf'a, Dickie'nin babasına gönderdi, vasiyetnamenin sahteliğinden de kuşku duyulmadı. Böylece Tom huzur içinde Yunanistan'a doğru yola çıkıp Atina'nın resimde gördüğümüz Pire limanına vardı... İkinci kitabı merak ediyorum, sırada "Ripley Karanlıkta".

29 Mayıs 2010 Cumartesi


30 sayfam kaldı, hatta bugün kütüphaneden Ripley Karanlıkta'yı aldm, şu kitabın İtalya'da geçmesi ve İtalya'yı, İtalyan kültürünü verebilmesi çok güzel. Bu arada kitabın arka kapağında (Remzi kitabevinin baskısı) Patricia Highsmith'in kedisiyle
-Siyam kedisi- bir fotoğrafı var, kedisi çok tatlı:) Ripley bütün İtalya'yı dolaştı neredeyse, Roma, Sicilya, Napoli, Venedik.. Şimdi Venedik'te ve Venedikte süper bir evde oturuyor, iki tane de yardmcısı var -Ugo ve Anna-. Evi kanal kıyısında, önden gondolla geliniyor, önünde kanala doğru bir kaç basamak var ki su alçaldığında veya yükseldiğinde gondola binmek veya inmek zor olmasın, bir de arkada sokağa bakan bir kapısı var. Evin yerleri siyah-beyaz kareli mermerle kaplı, Ripley bunu çok sevmiş. Sonra evin eşyalarını haftalarca antikacılarda arayıp bulmuş, hatta kitaplıkta güzel görünmesi için deri ciltli kitaplar bile almış. Artık çok daha zevkli bir insan olduğunu ve bu evinin dekorasyonunun Roma'daki evinden çok daha güzel olduğunu söylüyor. Bu arada Marge'la mektuplaşıp onu Venedik'e çağırdı, araları iyi. Marge evi görünce çok beğendi ama bu lükse Dickie'den sızdırdığı paralarla sahip olduğunu düşündüğünü ima edince Tom evi çok ucuza kiraladığını, Avrupa'daki son bir kaç ayında bütün parasını bitirip Amerika'da sıfırdan başlamayı tasarladığını söyledi, aslında bunların hepsi yalan tabi. Marge onunlayken Dickie'nin babası da Tom'la görüşmek üzere geldi, aslında Dickie'yi bulması için Amerika'dan ünlü bir dedektif getirtmiş ama sonra Tom'un anlattıkları herkesi Dickie'nin öldüğüne -intihar ettiğine- ikna etti. Bu arada Marge'ın, Tom'un küçük el çantasında Dickie'nin yüzüklerini bulması üzerine, Tom'un söylediği -Dickie'nin onları Tom'a bırakması- yalan bu inancı daha da pekiştirdi. Tom herşeyi düşünmüştü, gelecek ay ortaya çıkmak üzere Dickie'nin ağzından bütün parasını Tom'a bıraktığını açıklayan bir vasiyetname yazdı. Artık kuş gibi hafifti ve tüm zamanını yeni aldığı antilop derisi valizi okşayarak, Dickie'nin giyeceklerini seyredip yüzüklerini avucunda tutarak, turist kılavuzlarını karıştırarak geçirebilirdi. Az ama kaliteli eşyası olmasına dikkat ediyordu. "İnsana varlığını hatırlatan, varolmanın tadını çıkarmasını sağlayan sahip olduğu eşyalardı." Tom'un ne kadar keyifli olduğunu anlattığı satırlar çok hoş, evindeki kanapeye yayılıp, içkidolabından aldığı balon bardakta içilen konyak eşliğinde keyifle kitap okuyuşunu gözümde canlandırmak çok güzeldi.:) Bu arada resimde Tom'un salonundan bir kesit görüyoruz..:)) Bunu photoshopta yapmak için bayağı bir uğraştığımı söylemeliyim, gerçi yaptığım tek şey zemini tahtadan siyah-beyaz kareli mermere çevirmekti, belki daha kolay bir yolu vardır ama işte beni uğraştırdı..:)

28 Mayıs 2010 Cuma


200. sayfadayım. Olaylar gelişiyor, Tom Dickie olarak Marge ve Fausto'dan kaçmaya çalışıyor, ve arada bir onu arayıp soran Dickie'nin diğer arkadaşlarından. Bu arada Dickie olarak Roma'dan ayrılıp Sicilya-Palermo'ya geliyor. Tarihi yerler ve şehrin güzellikleri onu çok etkiliyor,hatta resimdeki(www.flickr.com/photos/adelinavizoso/galleries/72157623657177698) Palermo Katedrali'nin çan kulesine bakınca gözleri yaşarıyor, böyle bir insan hassas biri olmalı ama yanı zamanda cinayet işliyor, aynı zamanda aseksüel olması duygu bozukluğu olduğunu gösteriyor herhalde. İşin ilginci bu güzellikleri Tom Ripley (Thomas Pehlps Ripley) olarak gezmenin onu hiç heyecanlandırmaması, bir zevk vermemesi, güzel olan Dickie Greenleaf olarak gezmek...Diğer güzel yerlere de gitmek istiyor, Kapri Adası, Yunanistan ve hatta İstanbul. Bu arada Marge'dan bir mektup alıyor, mektupta Marge Dickie ve Tom'un ilişkisini şaibeli gördüğünü ima eden şeyler yazmış ve bir daha görüşmeyeceklerini. Tom hayatı boyunca hep yalnız olduğuğundan şehirleri yalnız gezmeye ve belki ölünceye kadar bu şekilde insanlardan kaçarak yaşamaya alışabileceğini sölüyor. Bu yalnızlığını da otel görevlilerine, yabancılara, aşk acısı çeken birinin melankolik yalnızlığı olarak göstermeyi başarıyor. En önemli gelişmelerden biri Dickie'nin öldürüldüğü teknenin bulunmuş olması, tabi polis ceset falan bulmadığı için teknedeki kan lekelerinden yola çıkarak ortada bir cinayet olduğunu düşünüyor, kayıp kişi ise Tom Ripley! Polis Dickie Greenleaf'i Palermo'dan Roma'ya geri çağırıyor. Bankalar da Dickie Greenleaf'in aylığını alırken attığı imzaları şüpheli bulup imza teyidi istiyorlar. Şimdilik olayların gelişimi böyle. Ben Tom'un Dickie oluşunu hayranlıkla okuyorum, rolünü hakkıyla oynamak için ön hazırlık yapan bir aktöre benziyor, Dickie'nin tarzıyla resim bile yaptı!

27 Mayıs 2010 Perşembe


165 civarındayım, olaylar hızlandı. Bu arada bu kitap yazarın üçüncü kitabı olup Amerikan gerilim yazarlarına verilen Edgar Allen Poe ödülünü kazanmış. Ripley serisinin diğer kitapları; Ripley Underground (sanırım Ripley Karanlıkta diye çevrilmiş), Ripley's Game, The Boy who Followed Ripley ve Ripley Underwater.. Merak ediyorum aceba diğer kitaplar da bu kadar güzel mi? Kütüphanede sadece Ripley Karanlıkta (2. kitap) ve Ripley Sualtında (5.kitap) var.. Neyse.. Tom sonunda Dickie'yi öldürdü, filmdeki gibiydi o kısım, sonra onun yerine geçti. Roma'da bir daire tuttu, bu arada babasına ve Marge'a da mektup göndermeye devam ediyordu ve özellikle Marge'ı kendisinden uzak tutmaya çalışıyordu. Marge ise mektuplarında Tom'u kendisinden uzak tutması gerektiğini yazıyordu. Bir süre sonra Freddie Miles bir şekilde Tom'un (yani Dickie'nin) Roma'daki izini bulup evine geldi, Tom Dickie'nin evde olmadığını söyledi ama yine de onu inandırmadı, sonra mecburen onu da öldürdü, bu sırada Freddie'nin kendisinin Dickie'ya aşık olduğunu, bir cinsel sapık olduğunu düşündüğünü düşünüyordu, bununla ilgili söylediği ise "Hangi cinselllik? hangi sapıklık?" -bu düşüncesi onunla ilgili düşüncelerimizi de netleştiriyor- ve devamı da şöyle ;" Freddie Miles, sen kendi pis düşüncelerinin kurbanı oldun." Polisler Freddie'nin cesedini bulup ona geldiler, şimdi bu kısımdayım. Bu arada Freddie geldiğinde Tom, Dickie'nin yemek yemek üzere İnghilterra Oteli'ne gittiğini söylemişti, resimdi oteli görüyoruz..:)

24 Mayıs 2010 Pazartesi


Ripley'de 110. sayfadayım. Tom'u daha yakından tanımaya başladık. Dickie ile aralarındaki ilişki sürekli değişiyor. Dickie onu ilk gördüğü anda pek hoşlanmadı, sonra Tom onun ilgisini çekecek farklı yönlerini gösterdiğinde, onun arkadaşlığından zevk almaya başladı, bir de Marge vardı tabii, O Dickie'ye aşıktı ama onun kız arkadaşı değildi, Dickie onun da arkadaşlığından hoşlanıyordu sadece ve uzun kış ayları boyunca Mongibello'daki tek Amerikalılar olarak birbirlerine yoldaşlık etmişlerdi, şimdi Tom'ûn varlığı Marge'ı rahatsız ediyordu çünkü o da Dickie'yi Tom'la paylaşmak istemiyordu, ayrıca Tom'un eşcinsel olduğunu düşündüğünü de söylemişti Dickie'ye. Bir kaç gün sonra Dickie kendisine kırılan Marge'ın gönlünü almak için gittiği evinden döndüğünde Tom'u kendi kıyafetleri içinde görünce söylemişti bunu ona. Bu da Tom'un komplekslerinden biriydi aslında, çünkü annesi babasını bebek kaybedince hem hiç evlenmemiş Dottie teyzesinin yanında bir baba figürü görememeişti hem de teyzesinin acımasızca "Kız gibi bu çocuk, aynı babası gibi kız kılıklı", sözlerine maruz kalmıştı yıllarca. Sonra kendisi öyle olmasa da bazı eşcinsel arkadaşalrı olmuştu, ve cinsellikle ilgili duygularını "Kadınlardan mı erkeklerden mi hoşlandığıma karar veremiyorum, onun için ikisinden de vazgeçiyorum" sözleriyle ifade etmişti arkadaşlar arasında birkaç kez. Bunlar şaka olarak söylense de aslında gerçek duygularını anlatıyordu. Yirmibeş yaşındaydı ve cinselliğiyle ilgili duyguları böyle belirsizdi.Ama Marge ve Dickie'yi öpüşürken görünce çok morali bozulmuş ve bunu tiksindirici bulmuştu. Sonra bütün bunların üstüne Marge'ın dedikleri -Tom'un eşcinsel olduğunu düşündüğü- ve Dickie'nin de aynı şeyi düşündüğünü belli eden sözleri onu çok yaralamıştı. Yıllarca hep birilerinin kendisini sevmesi için uğraşmıştı, gerçek yüzünü görmek çok zordu çünkü rol yapmak onun artık gerçek davranış şekli olmuştu. Çünkü hiç bir zaman kendisini koşulsuz seven birileri olmamıştı, anne ve babasını hiç görmemişti, Dottie Teyzesi ise onu hiç sevmemiş, hep baş belası olarak gördüğünü belli etmişti. 17 ve 20yaşlarında evden kaçmıştı. Hep hiç bir kimse için önemli olmadığını hissetmişti. Ve Dickie de artık ondan hoşlanmıyordu, yine aynı çöküntüyü yaşıyordu.Kısa süre sonra Bay Greenleaf de bir aydır sürdürdüğü Dickie'yi Amerika'ya dönmeye ikna etme görevinde başarısız olduğunu ve artık kendilerine karşı bir sorumluluğu kalmadığını bildiren bir mektup aldı. Dickie ile son olarak, onun zoraki kabul ettiği- Sanremo gezisine gittiler. Buarada Dickie'nin tavırları hala isteksiz ve Tom için yaralayıcıydı. Tom arasıra Dickie'yi öldürmek istediğinden bahsediyor. Onunla ilgili ne hissettiği de belirsiz, bazen ona hayranlık duyuyor, onun yerine geçmek istiyor, kendisini ona benzetiyor. Ayrılırken onun yüzüğünü çalmak istiyor. Ruh sağlığı yerinde değil, ama yaşadıklarını düşününce ona acımamak da elde değil. Bu arada resim olayların geçtiği Mongibello'ya ait.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Yetenekli Bay Ripley

Yeni bir kitaba başladım. Patricia Highsmith'in "Yetenekli Bay Ripley"i. 300 sayfalık bir kitap, filmini izlemiştim, kitabı da oldukça güzel. Şu an 50. sayfa civarındayım - kitap 300 sayfa- ve Ripley'in geçmişini öğreniyoruz, filmde Matt Damon tarafından oldukça başarılı canlandırılmıştı onun içe dönük tuhaflığı ve kitapta da bunu görüyoruz, aslında filmde çok antipatik bir tipti ama geçmişini öğrenince onun için üzüldüm, annesi ve babası o küçükken ölmüş ve onu hiç sevmeyen teyzesi tarafından büyütülmüş. Bu arada bu kitap 3 serilik bir dizinin ilk kitabı ve 1977 yılında serinin ilk 2 kitabı "The American Friend" ismiyle filme alınmış, burada onu Dennis Hopper canlandırmış. O filmi de listeme aldım. Buarada bugün de "Vertigo" ve "Last Night" filmlerini izledim, Last Night kötüydü ama Vertigo güzeldi.

21 Mayıs 2010 Cuma

BRAM STOKER’in Ölümsüz Eserinden.. DRAKULA.:)

Francis Ford Coppola’nın yönetmenliğini yaptığı Drakula filmini az önce izledim. Mina’yı Wionna Ryder, Jonathan Harker’ı Keanu Reeves, Van Helsing’i Anthony Hopkins ve vampir kızlardan birini de Monica Belluci oynuyordu. Filmin en beğendim kısımları sahne geçişleri, dekorlar, kostümler, mekanlar, yani özellikle görsel kısım oluşturuyordu. Aslında roman çok uzun olduğu için filme aktarılması da biraz zor bence, yani çok fazla birbiri üstüne olay vardı, insan biraz daha sindirebilmek için zamana ihtiyaç duyuyor. Filmi ekmeksiz yenen bir yemeğe benzetebilirim sanırım..:)) Gelelim bana göre romana uymayan kısımlara, Lucy’nin fazla hafif ve şehvet dolu davranışları –oysa romanda son derece ciddi bir hali var- kendisine evlenme teklif eden Quincey, Dr.Seward ve Lord Godalming ona değer veriyor gibi değillerdi. Hele Lord Godalming’in tavırları hiç hoş değildi. Romanla en tezat yerlerden birini Van Helsing oluşturuyor, romanda ne karar babacan ve sempatikse filmde de o kadar tuhaf ve anlaşılmaz, filmin başında Mina’yı beğeniyle süzüyor ve sonunda da neredeyse sevişiyorlar, ki bence hiç hiç hiç hoş değil!! Olayların gidişatına bakacak olursak, Kontun şatosunda olaylar çok hızlı ilerliyor, Jonathan da o kadar garip şey gördüğü halde neredeyse hiç tepki vermeyerek kendisine “ruhsuz” dememize yol açıyor, sonunda şatodan kaçıyor ve bildik olaylar gelişmeye başlıyor. Yalnız romanda kaçırdığım bir noktayı burada yakaladım, Renfield –Dr.Seward’ın hastası- Jonathan’ın kendisinden önce şatoyu ziyaret eden meslektaşıymış. Sonra Mina ve Lucy’nin beraber geçirdikleri zamana geliyoruz, Lucy hastalık belirtileri gösteriyor – çünkü vampir tarafından ısırılıyor-, buarada Lucy ve vampirin sahneleri çok kötüydü, yaratık Lucy ile sevişiyor ama keşke yaratığın daha normal bir görüntüsü olsaydı, bu kısımlar da hiç hoş değildi bence. Sonra Van Helsing çağrılıyor, ki kendisi bence antipatik bir insan. “Lucy rastgele seçilmiş bir kurban değil, kendi isteğiyle böyle olmuş.. şeytanın odalığı!” yorumunu yapıyor, ne alakası var halbuki! Buarada Jonathan ve Mina da Londra’ya dönüyorlar, Mina Kontla tanışıyor, Buarada Mina’nın, Drakula’nın 400 yıl önce ölen karısı Elizabeth’e çok benzediğini de söyleyelim. Drakula’nın, gittiği bir seferde öldüğü haberi gelince Elizabeth nehire atlayarak intihar ediyor, Drakula da bunun üzerine tanrı tanımaz oluyor ve kan içmeye başlıyor, böylece vampir hikayesi doğmuş oluyor. Mina ve Drakula birbirlerine aşık oluyorlar, romantik olaylar oluyor. Ama işte burada da romana uymayan kısım bu, Mina’nın o her zaman kendini eşine adamış ve sevgi, aşk dolu halini de burada göremiyoruz. Gerçi bu kısım yine filme ayrı bir hava katıyor, gotik aşk. Bir de aklıma gelmişken, vempirlerin odaların içine süzülmesi ay ışığının yoğunlaşmasıyla oluyor, filmde ise fosforlu yeşil bir ışık.. Ayışığını yapmak çok zor olmayabilirdi. Filmin sonuna kadar romandakiyle aynı gelişiyor olaylar. Sonunda Mina Drakula’yı seçiyor, Jonathan da büyüklük edip, Drakula’yı öldürmeye çalışan arkadaşlarına engel oluyor. Mina ve ölmek üzere olan Drakula şatolarına çekilince, Mina sevgilisini huzura kavuşturmak için, içi kan ağlasa da yapılması gerekeni yapıyor. Filmde romanda olduğu gibi herkes için mutlu sonla değil, herkes için kötü sonla bitiyor… Son olarak, romandan bağımsız olarak güzel bir filmdi diyebilirim, ama yine de daha güzel olabilirdi..

Dracula’yı bitirdim, çok güzeldi gerçekten. Öncelikle o zamanki yaşayışı yansıtmasından dolayı, ve tabii konusu da oldukça ilgi çekiciydi. İnsanların birbirlerine davranışlarındaki nezaket, kendilerinden önce karşılarındaki kişiyi düşünmeleri, yaşayışlarındaki sıcaklık, Jonathan ve Mina’nın birbirlerine olan aşkları ve sevgileri, Dr. Abraham Van Helsing’in (ki kendisinin yazarımız –Abraham- Bram’la aynı ismi taşımasının tesadüf olup olmadığını merak ediyorum :)babacan tavırları benim bu kitabı sevmemde etkili olmuştur. Konuya gelecek olursak ekibimiz sonunda Dracula’yı kıstırdı, uzun uğraşlar sonunda tabii. Bu arada Mina’nın Dracula tarafından ısırılması gün doğumları ve gün batımlarında özellikle ortak bilinci paylaşmalarını sağlıyordu. Van Helsing, Mina’yı ipnotize ederek bu sayede Kont’un nerede olduğuyla ilgili ipuçları yakalamaya çalıştı. Bu arada Mina’nın zaman zaman vampir kanı depreşerek olayları zorlaştırdı. Van Helsing, Dracula’dan önce onun Transilvanya’daki şatosuna gelerek daha önce Jonathan’ı baştan çıkarmaya çalışan 3 vampir kızkardeşi öldürdü. Daha sonra Quincey, Dr.Seward (doğru yazılışı bu şekilde, önceki yazılarımda hep yanlış yazmışım:) , Jonathan ve Lord Godalming geldi, Dracula’nın tabutu bir Çingene grubu tarafından taşınmaktaydı, iki grup karşı karşıya geldiler, yaşanan arbede sırasında tabut yere düştü ve gün batımına çok kısa bir süre kala Jonathan düşen tabuttaki Drakula’yı başını gövdesinden ayırıp kalbine mızrak saplayarak yok etti, vücut birden toza dönüşüp kayboldu, Mina onun huzura kavuşan ruhundan dolayı son anda yüzünde bir huzur ifadesi gördü. Bu kısım da oldukça hoşuma gitti, çok merhametli ve açık kalpli bir ifade bence, nefret dolu değil kötülük yapmış bir yaratığa karşı bile sevgi dolu. Bu sırada Quincey öldü. Maceranın sonuna geldik, Mina ve Jonathan mutlu mesut hayatlarına geri döndüler, bir oğulları oldu, adını Quincey koydular çünkü inanıyorlardı ki bu cesur ve iyi yürekli adamın ruhu oğullarında yaşayacak;olaydan yedi yıl sonra Van Helsing yine onların en yakın dostlarından biri olarak yanlarındaydı. Lord Godalming ve Dr. Seward da kötü anıları geride bırakıp evlenmişlerdi. Yani roman mutlu sonla bitti, hem de herkes için ve benim de çoook hoşuma gitti…

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Herkes Dr.Seaward'ın evinde buluştu, kontu yok etmeye karar verildi. Ama bu sırada korkunç bir gelişme oldu. Dr.Seaward'ın hastası -aynı zamanda Kont'un "takipçilerinden"- Renfield öldü. Bu sırada Kont eve girmiş ve Mina'yı ısırmış, aynı zamanda onu kendisinin kanını emmeye zorlamış. Filme baktığımda Mina'nın da sonunda vampir olduğunu gördüm ama bunun kitapta gerçekleşeceğini sanmıyorum, bakalım...

11 Mayıs 2010 Salı

Mina, Van Helsing'le görüştükten sonra olayla ilgili bütün günlükleri ve mektupları kronolojik sıraya dizip çoğaltır. Dracula Dr.Seaward'ın evinin yanındaki eve taşınmış. Bunun üzerine Van Helsing Arthur'u, Quincy'i, Mina ve Jonathan'ı Dr.Seaward'ın evinde toplar. Dracula'yı yok etmek için neler yapabileceklerini tartışırlar.

5 Mayıs 2010 Çarşamba


Van Helsing gazetede okuduğu bazı haberler üzerine Lucy'nin çevredeki çocukların kanını içen bir vampire (veyahutta vampirella'ya) dönüştüğünü anlar. Bunu Lucy'e aşık olan Dr. Seaward'a açıklar, Dr. Seaward çok sinirlense de olaya mantıklı bakmaya çalışır. Van Helsing onu Lucy'nin tabutunu açıp bakmaya ikna eder...
Resim http://hubpages.com/hub/How-To-Slay-A-Vampire adresinden, benim çok hoşuma gitti...

4 Mayıs 2010 Salı

Lucy öldü ama vampir olmaması için Van Helsing cenaze töreninden sonra kafasını kesip kalbini çıkartacak. Jonathan kontun kalesinde yaşadıklarını yazdığı günlüğü evlenirken Mina'ya verdi, bir gün Londra'da gezerken Jonathan'ın bir adamı konta benzeterek sinir krizine benzer bir şey geçirmesi üzerine Mina günlüğü okumaya karar verdi...Kitabın yarısına bile gelemedim daha ama çok güzel. Bu arada İngiltere'de geçen bir kitap daha geldi aklıma Ira Levin'in "Rosemary'nin Bebeği" isimli kitabı, o da çok güzeldi, hem romanı hem de filmi. İngiltere'nin sürekli kapalı ve sisli atmosferi mi bu kadar güzel eserlerin ordan çıkmasını sağlayan? Çok ilginç...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...