29 Şubat 2012 Çarşamba

Krizantem ve Kılıç - Ruth Benedict


Krizantem ve Kılıç, Japon Kültürü'ne duyduğum ilgiden dolayı uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı. Çok beğenerek okuduğum Bozkurt Güvenç'in Japon Kültürü isimli eserinde de adı geçen, tavsiye edilen bir kitap. Ruth Benedict ise alanında çok büyük tanınınmış Amerikalı bir antrepolog. 2. Dünya Savaşı sıralarında Amerika, Japonya'ya karşı nasıl bir strateji ve siyaset uygulayacağına doğru bir şekilde belirleyebilmek adına Benedict'i, Japon kültürünü ve Japonları araştırması için görevlendiriyor. Benedict bu çalışmasını Japonya'ya hiç gitmeden, sadece Amerika'daki Japonlarla görüşerek, Japon filmleri seyrederek tamamlıyor.

Öncelikle kitabın adına bakacak olursak, bilindiği üzere krizantem Japon imparatorluğunun simgesi olan çiçek, Japonların kırılgan, hassas ve nazik yönünü, Japon kılıcı ise onların yıkıcı yönünü simgeliyor. Kitabın büyük çoğunluğu kılıç yönü üzerineydi. Her yerde bu kitabın Japon toplumunun resmini çok başarılı ve objektif bir şekilde sergilediğinden bahsediliyor. Ancak nedense bana çok sempatik gelmedi, belki savaşın sonuçları üzerine bir çalışma olduğundan bilemiyorum, daha çok Japonların negatif özellikleri üzerinde durulmuş. Ve tabi sürekli Amerikan toplumu ile karşılaştırma yapılarak Japonların yöntemleri veya ilgili davranışlarının ne kadar farklı (veya yanlış) olduğu vurgulanmış.

Yine rahatsız edici bulduğum bir nokta, Japon toplumunun gereklilikleri ve adetlerinin çoğu Japon tarafından çok ağır veya kısıtlayıcı bulunması, bir çok Japon'un Japonya'ya dönmektense Amerika'da toplama kampında bir köle olarak yaşamayı tercih ettiğinden bahsedilmesi. Dediğim gibi, kitabın bir çok kısmı bana yanlı ve amaçlı geldi.

Kitapta en çok yer kaplayan bölümler Japon toplumunun manevi borçlar üzerine kurulmuş toplum yapısı, "ko", "gimu", "giri", "om" gibi kişinin anne-babasına, imparatora veya kendisine iyilik yapan herhangi birine karşı yüklendiği borçlar kitapta uzun bölümler boyunca ayrıntılarıyla anlatılmış. Açıkçası, bunlar biraz sıkıcı bölümler.

Sonuç olarak kitap yazıldığı tarihe kadar olan bütün literatürü kapsıyor, kaynakça oldukça geniş, kitabın giriş kısmında kısaca hayatı anlatılan Ruth Benedict'in bilimsel yönüne hayran olmamak elde değil, Japonya ile ilgili verilen bilgiler oldukça fazla ancak sanıyorum ki çoğu artık geçerliliğini kaybetmiş. Yine de okunmaya değer, bilimsel bir çalışma diyerek keyifli okumalar diliyorum:)

26 Şubat 2012 Pazar

Ece Sükan Benim Bloguma Yakışan Sony VAIO'yu Seçti... Sıra Sende!

Sony, en renkli VAIO serisi için Ece Sükan'la güzel bir işe imza attı. Ünlü moda ikonu Ece Sükan, benim bloguma yakışacak olan rengi belirledi. Blogları tek tek inceleyen Ece Sükan içerik, tasarım ve duruşa göre 6 farklı rengi olan Sony VAIO içinden bana kırmızı VAIO'yu seçti.

sony-vaio

Ayrıca Facebook üzerinde yapılmış özel bir aplikasyonla Ece Sükan profil fotoğraflarını inceliyor ve sana yakışan Sony VAIO'yu belirliyor. Sen de fotoğrafa tıklayarak Facebook üzerinden VAIO kazanma şansı yakalayabilirsin…

Bir bumads advertorial içeriğidir.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Ef: A Tale Of Memories ve Ef: A Tale Of Melodies


On ikişer bölümden oluşan bu iki sezon ef, dram türünde bir anime. İlk sezondan daha çok, 5 yaşında geçirdiği bir kaza sonucu bir gözünü kaybeden ve bu kazadan beri her gün hafızası sıfırlanan (“ilk 500 öpücük” filmindeki gibi) Chihiro’ya odaklanıyoruz. Chihiro’nun günleri Yu Himura’nın gözetiminde birbirinin aynısı olarak gelip geçer, kazadan beri ikiz kardeşi Kei ile ayrı yaşamaktadırlar. Chihiro her gün yaşadıklarını en küçük detayına kadar günlüğüne yazar, ancak böyle yaparsa normal hayatını sürdürebilmektedir, bir gün tesadüfen Renji ile tanışınca hayatı değişir. Daha önce hiç ihtimal vermediği halde aşkı tadar. Hatta Renji onun hayallerini gerçekleştirmesine yardım eder. Chihiro Avustralya’da bunları yaşarken, ikiz kardeşi Kei de umutsuz aşkı yaşar. Kei 5 yaşından beri Hirano Hiro’ya aşıktır, Hiro ise Miyako Miyamura’ya aşıktır. Bütün bu umutsuz aşıklara arada bir görünen ve onlara tavsiye veren bir de gizemli gençkız hayaleti vardır. İlk sezonun bu on iki bölümü diğer yan karakterlerle birlikte adeta imkansız aşklara adanmış diyebiliriz.

İkinci sezonda ilk sezona oldukça benzer, bu sefer gizemli kız hayaletinin anlamını öğreniyoruz. Chihiro’nun bakımını üstlenmiş olan Yu Himura ve onun okul arkadaşı Suichi Kuze’nin lisa yıllarına gidiyoruz ve öğreniyoruz ki o gizemli hayalet Yu Himura’nın yetimhaneden arkadaşı ve sonrasında aşkı olan Yuki Amamiya’ymış. Bu sezon Yuki Amamiya’nın dram dolu hayatını öğreniyoruz ve şimdiki zamanda da ünlü keman virtüözü, aynı zamanda don juan ruhlu Suichi Kuze’nin amansız hastalığın pençesinde gerçek aşkı tadışına şahit oluyoruz. Yine yan karakterlerin yaşamına da tanıklık etmekten geri durmuyoruz.

Bir değerlendirme yapacak olursam, Ef seridi bir dram olarak Clannad gibi bir serinin kötü bir taklidi olmuş bence. Karakterler ve hikayaler arasında çok az ilişki var, bununla birlikte karakterlerin hikayesi birbirinden bağımsız olarak da çok anlamlı değildi bence. Bir derinlik bulamadım, dram olsun diye bütün talihsiz olaylar ard arda sıralanmış sanki, çok yapmacıktı bir çok yer. Ef: a tale of memories’in imdb puanı 8.3, ef: a tale of melodies’in puanı ise 7.8. Ben nasıl bu puanları almış bilemedim ama bence ef ile vakit kaybetmenize gerek yok:)

16 Şubat 2012 Perşembe

Kar kuyusu- Hikmet Hükümenoğlu

Hikmet Hükümenoğlu tesadüfen keşfettiğim bir yazar. Kar Kuyusu yazarın gerilim türünde ilk kitabı olmakla beraber, devamından bir kaç romanı daha bulunuyor, hatta sanıyorum bu aralar yeni bir romanı daha çıkmak üzere. Hikmet Hükümenoğlu tüm vaktini yazarlığa ayırabilmek için de uzun yıllarını verdiği finans sektöründeki kariyerini terk etmiş, iyi ki de öyle yapmış çünkü yazar olarak bence çok başarılı.

Kar Kuyusu bir gerilim romanı, kitabı iki günde bitirdim. Kahramanımız 34 yaşında, Nur isminde bir kadındır. Bu arada bir erkek olarak, kitabı kadın kahramanının ağzından anlattığı için yazarı tebrik etmek istiyorum:)

Nur pek mutlu olmadığı işini bırakıp yaptığı takıları satmak üzere, babasının teklifiyle boş duran dükkanlarını takıcı olarak işletmeye başlar. Bu dükkan Beyoğlu'nun arka sokaklarının birinde, eski bir apartmanın girişindedir. Bir gün bu apartmandaki üst komşusu Melike Hanım tanışmak için kendisini ziyarete gelir. İşte Nur'un hayatı böylece değişmeye başlar. Fedakar bir anne, mahallenin psikopatı, azman bir köpek ve garip olaylar zinciri Nur'un hayatını etkisi altına alır ve bir de karşısındaki kafenin ortağı Tibet'e karşı duyduğu romantik hisler vardır tabi.

Yazar sürekli bizi ters köşeye yatırıyor ve kim hakkında ne düşünmemiz gerektiğini bilemiyoruz, roman soluksuz okunuyor. Kitabın kapağından bahsetmek istiyorum, kapak tasarımını çok beğendim, siyah köpek çok şirin, bilmiyorum özellikle mi bu kadar şirin seçmişler ama...:) Evet, bu yazarın ismini daha sık duymak isterdim, diğer romanlarını da hemen listeme ekledim.
Bu arada yazarın kendi sitesinde de ilginç yazıları var, onu da tavsiye ederim. ...

13 Şubat 2012 Pazartesi

Yeraltından Notlar - Dostoyevski


Kitap, Dostoyevski'nin okuduğum ilk kitabı, nedense klasikleri okumak için bu kadar beklediğime göre daha da bekleyebilirim diye düşünüyorum sanırım. Kitap Günlüğüm blogunda görüp tavsiyeler üzerine okumaya karar verdim. Kitap 141 sayfa ve bir kaç saate bitebilecek bir kitap. Kahraman (ya da "anti-kahraman) 40'lı yaşlarında, amcasından bir miktar miras kalması üzerine hastalığının da etkisiyle "yeraltında" inzivaya çekiliyor ve bize yaşamla ilgili görüşlerini anlatıyor. Kitap iki bölümden oluşuyor, ilk bölümde kahramanımız görüşlerini belli bir olaya bağlı olmadan serbestçe anlatırken ikinci bölümde 24 yaşından başlayarak kendisini etkilemiş bir kaç olay üzerinden gidiyor ve bu olaylardan yola çıkaraka da kişileri anlatıyor.

Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar isimli kitabındaki"Dostoyevski'nin Yer Altından Notlar'ı: Aşağılanmanın Zevkleri" başlıklı yazısında, Dostoyevski'nin bu romanının aslında kendisinden bir yıl önce yazılmış Çernişevski'nin "Ne Yapmalı" kitabındaki düşüncelere bir eleştiri olarak yazıldığını söyler. Bu aynı zamanda, Orhan Pamuk'a göre esas olarak, Avrupalı olmamanın kıskançlığını, öfkesini yansıtan bir kitaptır. Avrupalı şeylere karşı duyulan öfke herşeye yansır, batı biliminin savunduğu determinizim insan olmanın özgürlüğünü elinden almıştır kahramanın, insan olmanın en güzel tarafı insanın diğer nesnelerden farklı olarak ne yapacağının kestirilemez olmasıdır, işte kahramanımızı yer altına iten garipliğinin sebebi de bu hürriyeti yaşamak istemesidir sanıyorum.

Pamuk yazısında Dostoyevski'nin, aynı Shaekspear gibi, insanın kendi hakkındaki görüşlerini değiştiren zenginleştiren bir yazar olduğunu ve bu romanıyla keendi sesini bulduğunu söyler. Bu roman aynı zamanda Dostoyevski'nin o zamanki kişisel mutsuzluğu ve başarısızlığı ile de ilgilidir. "Dostoyevski o zamanlar mutlu ve başarılı bir yazar olsaydı bu kitap ortaya çıkmayabilirdi," diye düşünmek de hoşuma gidiyor doğrusu.

Pamuk yazısını şu paragrafla bitiriyor; "İlk yazıldığında yaratıcıları bile yaptıkları şeyin sonuçlarının tam farkına varamayabilirler. Ama bugün insan anlayışımızda kendi kokumuz, pisliğimiz, yenilgilerimiz ve acılarımızı sahiplenip sevebilmek ve aşağılanmanın zevklerinde bir mantık olduğunu kabul etmek varsa, bu görüşün başlangıcı Yeraltından Notlar'dadır. Modern edebiyatta pek çok yeniliğin, Dostoyevski'nin Avrupa Düşüncesine yatkınlığıyla ona duyduğu öfke, Avrupalı olmak ile Avrupa'ya karşı çıkmak arasında hissettiği kahredici gerginlikten çıkığını hatırlamak gene de rahatlatıcı."

Doğrusu kitabı bitirdiğimde ne düşünmem gerektiği çok net değildi, evet kitap etkileyiciydi, müthiş gözlemler içeriyordu ama sanırım "düşünceli bir okur" olamamıştım, Orhan Pamuk'un yazısı benim için çok açıklayıcı oldu. Zaten o da kitabı yıllar sonra ikinci kere okuduğunda tam olarak anlayabildiğini söylemiş. Yazısında hem Dostoyevski'nin hem de Rusya'nın o zamanki durumundan da kısaca bahsederek bunların kitap üzerindeki etkisini açıklamış. Bence Yeraltından Notları okuduysanız, Pamuk'un bu yazısını da mutlaka okumalısınız.
Keyifli okumalar:)

7 Şubat 2012 Salı

İnsanlık Suçu ve Theodore Dreiser


Bugün size yıllar önce okuduğum bir yazar ve kitabından bahsetmek istiyorum. Daha önce de bahsettiğim gibi, eskiden, yurtdışındaki büyük yayın evlerinin yayınladığı
"100 yılın 100 romanı" tarzı listeleri takip eder ve kitap seçerken bu listedeki kitaplara öncelik verirdim, bu sayede daha önce duymadığım yazarlarla tanışma fırsatım olmuştu. Bunlardan birisi de Theodore Dreiser, kendisi 1871-1945 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir yazar. Küçük yaştan beri yazsa da, 1925 yılında yazdığı İnsanlık Suçu (An American Tragedy) isimli kitabıyla ününü perçinlemiş. Burada kitabın ismini de keşke Bir Amerikan Trajedisi diye çevirselermiş. Yazarın bu kitabından daha sonra bahedeceğim ama ilk kısımlarında otobiyografik öğeler olduğunu da söyleyeyim. Yazarın kendi hayatı da oldukça ilginç geçmiş, kitabındaki kahramanı gibi kendi ailesi de son derece dindarmış, Theodore 13 çocuktan 12.siymiş. Özel hayatı da oldukça sıradışıymış Dreiser'ın, örneğin evli olduğu halde bir meslektaşının küçük yaştaki kızıyla kaçamağı olmuş, sonra bir aktrisle ilişkisi olmuş, bu arada boşanmış, sonra kuzeniyle (sıradışı bir şekilde) ilişki yaşamış ve 1944'te evlenmiş (ölümünden 1 yıl önce).Yazarın özel hayatını düşününce böyle bir roman yazması da ilginç diye düşünüyorum. Ama son derece sıra dışı birisi olduğu kesin, yazraın eserleri sıklıkla sansüre uğruyormuş o zamanlar çünkü cinsellikten açık bir şekilde bahsedişi otoriteleri rahatsız ediyormuş. Bu arada yazar sosyalist kimliği ile politik bir çok yazı da yayınlamış.


İnsanlık Suçu'na gelirsek,Clyde Griffiths aşırı dindar ailesi tarafından zorlukla yetiştirilmiştir. Ailesi dini törenler yapıp ilahiler söyleyerek para kazanmıştır, çocuklar da aynı şekilde aileye destek olmuşlardır. Ama Clyde için bu günler acı doludur. Bir an önce hayata atılıp bu yoksulluğu gerisinde bırakmak ister, hırslıdır ama olgun değildir. Önce şehir merkezindeki bir otelde komi olarak çalışmaya başlar. Bununla birlikte Clyde yeni bir hayatla tanışır, alkol gibi kötü alışkanlıklar edinir, bu hiç görmediği hayat, yeni şeyler gözlerini kamaştırmıştır, ona göre eski hayatından bildiği her şey kötü, yeni hayatı ise parıltılarla doludur. Bu arada bir trafik kazasına karışması sonucu şehir değiştirir, burada zengin amcasıyla görüşür, amcası şehrin en zenginlerinden birisidir, Clyde'a gömlek fabrikasında iş verir. Gözü yükseklerde olan Clyde amcasının kızını gözüne kestirmiştir, bu kız son derece güzel ve tabii son derece zengindir. Aynı zamanda fabrikadaki kızlardan birine Roberta'ya tutulur, hem bu kızla ilişki yaşamaya başlar, diğer taraftan da amca kızını ağına düşürmeye çalışır. Bir noktada evlenme vaadiyle kandırdığı Roberta'nın hamile kalması, amca kızıyla evliliğe giden ilişkisine göge düşürmeye başlayınca Clyde'in bir çözüm bulması gerekir, bu çözümse bir trajediden başka bir şey değildir.
.

Romanın bir de "A Place In The Sun" isminde 1951 yapımı film uyarlaması mevcut, (Türkiye'de 1955 yılında gösterilmiş), zengin kız rolünde Elizabeth Taylor oynuyor.

Kesinlikle okuduğum en etkileyici kitaplardan birisi, eğer psikolojik romanları seviyorsanız mutlaka okumalısınız. Tek bir kitapla tanınan bir yazar olduğu için bence fazla bilinmiyor. Kitabı ben Altın Kitaplar'ın iki ciltlik baskısından okumuştum, iki cilt toplam 900 küsur sayfa ama emin olun hiç sıkılmadan okuyacaksınız. Kitabın yeni baskısı sanıyorum bulunmuyor ama www.nadirkitap.com adresinden, ikinci elini bulmanız mümkün. İyi okumalar:)

Resim 2: http://www.eduweb.com/insideart/graphics/river.jpg
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...