21 Mayıs 2010 Cuma
Francis Ford Coppola’nın yönetmenliğini yaptığı Drakula filmini az önce izledim. Mina’yı Wionna Ryder, Jonathan Harker’ı Keanu Reeves, Van Helsing’i Anthony Hopkins ve vampir kızlardan birini de Monica Belluci oynuyordu. Filmin en beğendim kısımları sahne geçişleri, dekorlar, kostümler, mekanlar, yani özellikle görsel kısım oluşturuyordu. Aslında roman çok uzun olduğu için filme aktarılması da biraz zor bence, yani çok fazla birbiri üstüne olay vardı, insan biraz daha sindirebilmek için zamana ihtiyaç duyuyor. Filmi ekmeksiz yenen bir yemeğe benzetebilirim sanırım..:)) Gelelim bana göre romana uymayan kısımlara, Lucy’nin fazla hafif ve şehvet dolu davranışları –oysa romanda son derece ciddi bir hali var- kendisine evlenme teklif eden Quincey, Dr.Seward ve Lord Godalming ona değer veriyor gibi değillerdi. Hele Lord Godalming’in tavırları hiç hoş değildi. Romanla en tezat yerlerden birini Van Helsing oluşturuyor, romanda ne karar babacan ve sempatikse filmde de o kadar tuhaf ve anlaşılmaz, filmin başında Mina’yı beğeniyle süzüyor ve sonunda da neredeyse sevişiyorlar, ki bence hiç hiç hiç hoş değil!! Olayların gidişatına bakacak olursak, Kontun şatosunda olaylar çok hızlı ilerliyor, Jonathan da o kadar garip şey gördüğü halde neredeyse hiç tepki vermeyerek kendisine “ruhsuz” dememize yol açıyor, sonunda şatodan kaçıyor ve bildik olaylar gelişmeye başlıyor. Yalnız romanda kaçırdığım bir noktayı burada yakaladım, Renfield –Dr.Seward’ın hastası- Jonathan’ın kendisinden önce şatoyu ziyaret eden meslektaşıymış. Sonra Mina ve Lucy’nin beraber geçirdikleri zamana geliyoruz, Lucy hastalık belirtileri gösteriyor – çünkü vampir tarafından ısırılıyor-, buarada Lucy ve vampirin sahneleri çok kötüydü, yaratık Lucy ile sevişiyor ama keşke yaratığın daha normal bir görüntüsü olsaydı, bu kısımlar da hiç hoş değildi bence. Sonra Van Helsing çağrılıyor, ki kendisi bence antipatik bir insan. “Lucy rastgele seçilmiş bir kurban değil, kendi isteğiyle böyle olmuş.. şeytanın odalığı!” yorumunu yapıyor, ne alakası var halbuki! Buarada Jonathan ve Mina da Londra’ya dönüyorlar, Mina Kontla tanışıyor, Buarada Mina’nın, Drakula’nın 400 yıl önce ölen karısı Elizabeth’e çok benzediğini de söyleyelim. Drakula’nın, gittiği bir seferde öldüğü haberi gelince Elizabeth nehire atlayarak intihar ediyor, Drakula da bunun üzerine tanrı tanımaz oluyor ve kan içmeye başlıyor, böylece vampir hikayesi doğmuş oluyor. Mina ve Drakula birbirlerine aşık oluyorlar, romantik olaylar oluyor. Ama işte burada da romana uymayan kısım bu, Mina’nın o her zaman kendini eşine adamış ve sevgi, aşk dolu halini de burada göremiyoruz. Gerçi bu kısım yine filme ayrı bir hava katıyor, gotik aşk. Bir de aklıma gelmişken, vempirlerin odaların içine süzülmesi ay ışığının yoğunlaşmasıyla oluyor, filmde ise fosforlu yeşil bir ışık.. Ayışığını yapmak çok zor olmayabilirdi. Filmin sonuna kadar romandakiyle aynı gelişiyor olaylar. Sonunda Mina Drakula’yı seçiyor, Jonathan da büyüklük edip, Drakula’yı öldürmeye çalışan arkadaşlarına engel oluyor. Mina ve ölmek üzere olan Drakula şatolarına çekilince, Mina sevgilisini huzura kavuşturmak için, içi kan ağlasa da yapılması gerekeni yapıyor. Filmde romanda olduğu gibi herkes için mutlu sonla değil, herkes için kötü sonla bitiyor… Son olarak, romandan bağımsız olarak güzel bir filmdi diyebilirim, ama yine de daha güzel olabilirdi..
Etiketler:
Anthony Hopkins,
Bram Stoker,
Drakula,
Francis Ford Coppola,
Keanu Reeves,
Monica Belluci
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 kalem yazmış:
Yorum Gönder