24 Şubat 2011 Perşembe

Haruki Murakami "İmkansızın Şarkısı"


Orijinal ismi "Norveç Ormanı" olan bu romanı yeni bitirdim. Açıkçası nobele aday gösterilmiş bu roman beni hayal kırıklığına uğrattı. Yazarın daha önce okuduğum "Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında" kitabını daha çok beğenmiştim. Genel olarak romanda "dışarıdan sıradan görünen insanların sıradışı cinsel hayatları/deneyimleri"ni buluyoruz. Bu kitapta bir odada başbaşa kalan iki kişinin (en umulmadık olanlarının bile) eninde sonunda yaşayacağı şey belli. 1969 yılında yaşanan olayları bize 19 yaşındaki Vatanabe anlatıyor. Yazar "Sınırın Güneyinde" kitabındaki kahramanı Hacime de Vatanabe'yle ilk gençlik yıllarında benzer şeyler yaşamış, lisedeki kız arkadaşı kendisine çok değer verdiği halde bunu önemsememiş, kızın kalbini kırmış ve sonra üniversite okumak için büyük şehre gelmiş, biraz umursamaz ve tembel bir insan ikisi de. Naoko, Vatanabe'nin lisedeki en yakın arkadaşı Kizuki'nin sevgilisidir. Kizuki intihar ettikten sonra Naoko ile Vatanabe bir yerlerde karşılaşırlar ve yaşadıkları bu korkunç deneyimin birlikte vakit geçirip konuşarak üstesinden gelmeye çalışırlar. Ancak zamanla kahramanımız melankolik ve gizemli Naoko'ya tutulur ve belirsiz bir ilişki başlar aralarında. Yine de Naoko'nun hislerinde aşk hakim değildir. Bir süre sonra Naoko yaşadıklarıyla baş edemez ve sinirsel rahatsızlık geçirerek sakin bir yere kurulmuş rehabilitasyon merkezine yatırılır. Bu merkezde tıbbi tedaviden ziyade hastaların birlik içerisinde çalışarak ve sorunlarını paylaşarak kendi kendilerine rehabilite olmaları amaçlanmaktadır. Naoko burada Reiko adında orta yaşlı bir kadınla evini paylaşmaktadır. Kitap ismini Naoko'nun en sevdiği şarkı olan Beatles'ın "Norwegian Woods" şarkısından alır. Çok iyi gitar çalan Reiko ona hep bu şarkıyı çalar.

Bu arada Vatanabe Naoko'yu sevmeyi ve ona mektup yazmayı sürdürür. Ancak okulda Midori adında bir kızla tanışır. Midori güzel ve sevimlidir ancak ailevi sorunları nedeniyle biraz da çatlaktır. Burada belirtmek isterim ki Midori'den hiç hoşlanmadım, yazarı da hiç anlamadım, bu kızın bayağılıklarını orijinallik olarak yansıtmaya çalışması, "o da hayatla kendi yöntemleriyle baş ediyor" şeklindeki mesajı çok saçmaydı. Midori ailesi tarafından sevilmeyen, hasta anne ve babasına son günlerine kadar özenle baktığı, başka bir erkek arkadaşı olduğu için Vatanabe'yle birlikte olmadığı ve onu sonuna kadar beklediği için yazara göre bütün manyaklıkları yapmayı hak ediyor. Bu kız bir türlü Vatanabe'nin peşinden ayrılmaz ve sonunda çok yakın iyi arkadaş olurlar, tabi Midori'nin Vatanabe'ye aşkı hep sürer.

Bu arada Vatanabe yurttaki arkadaşı Navazaga sayesinde bir çok deneyim yaşamayı da başarır. Ancak Vatanabe'nin aklında sadece Naoko vardır, onu görmek için rehabilitasyon merkezinde gider ve bir kaç gün onlarla kalır. Bu bir kaç kere tekrarlanır ancak Naoko hep durgundur ve aslında Kizuki'yi sevdiğini görürüz. Vatanabe okuldan mezun olur, ev tutar çalışmaya başlar, Naoko'ya birlikte yaşamayı teklif eder ama bir türlü cevap alamaz (bizde burada "vay Vatanabe'ye bak bir sürü imkanı varken Naoko'yu bekledi, ne aşk ne aşk!" demeliyiz). Midori'ye karşı olan duygularını da tam olarak tanımlayamamakta ama onsuz da kalamamaktadır. Bir süre sonra gelen Naoko'nun intiharı haberi Vatanabe'yı yıkar, uzun süre yollara düşer perperişan gezer. Ama sonra yine Midori'ye döner. Konu kısaca bundan ibaret olmakla birlikte başta da dediğim gibi kitapta bir şekilde adı geçen herkesin cinsel hayatını öğreniyoruz, doğrusu 1969 yılında, tutuculuğu ile tanıdığımız Japonların böylesine bir hayat yaşadığının anlatılması beni oldukça şaşırttı. Sonuç olarak kitabı beğenmedim, hayal kırıklığına uğradım, Sınırın Güneyinde daha iyiydi.
Resim: http://www.filmofilia.com/2010/09/10/norwegian-wood-by-tran-anh-hung/norwegian-wood/
Vatanabe ile Naoko'yu kırlarda gezinirken görüyoruz.
Resmin altına kolay anlaşılması için bir ilişki diyagramı ekledim.

Not: Bu arada gördüm ki bu kitap çoğu kişi tarafından beğenilmiş, Vatanabe de sevilmiş (benim aksime). Bilemiyorum kitabın hoş yönleri de yok değildi, özellikle ben hem Japon edebiyatını (her ne kadar Murakami'nin eserleri klasik bir Japon edebiyatı örneği sayılmasa da) hem de kültürünü/yaşayışını merak ettiğim için bu kitabı okumak istemiştim. Kitapla ilgili beğendiğim nokta rahat, kolay anlaşılır yazım tarzı sanırım.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Kızıl Damga


Nathaniel Hawthorne'un Kızıl Damga'sını okudum. Kitap 1850 yılında yazılmış. Önsözde verilen bilgiye göre Püriten (bağnaz bir dini mezhep) inanca sahip ve kendileriyle ters düşen başka bir mezhep olan Quaker'lara karşı zalim tutumuyla anılan ve cadı avcılığı gibi bağnaz olaylara karışmış bir ailden gelen yazar, bu kitapla ailesinden dolayı taşıdığı suçluluk duygusunu hafifletmeye çalışmış. Ancak bu roman zamanında yazarı zor durumda bırakmış. Kitabın giriş bölümünde yazarın daha önce çalışmış olduğu gümrük dairesi uzun uzun anlatılmış, bu bölümde yazar kitabın ana kahramanı Hester Prynne'ın hikayesiyle nasıl karşılaştığını söylüyor. Yaşlı Roger Chillingworth genç eşi Hester Prynne ile İngiltere'den Amerika'ya göç etmeye karar verir, ancak genç ve güzel eşini önden yollar. Uzun süre bu yeni yerde tek başına kalan Hester zina suçunu işler ve bir süre sonra kızı Pearl'ü dünyaya getirir. Ancak Püriten toplum onu önce hapis cezasıyla sonra da yargıcın insafından dolayı idamla değil de ömür boyunca göğsünde zina yapan kişiyi (Adulterous) temsil eden kırmızı bir A harfi taşımakla cezalandırır. Hester ve kızı toplumdan dışlanırlar. Bu arada Hester artık İngiltere'den gelmiş olan eşinin ve bu suçu birlikte işlediği kişinin adlarını saklar. Ta ki kitabın sonlarına her ikisi de acı bir şekilde ortaya çıkana kadar. İlginç bir kitaptı ama açıkçası zaman zaman anlamakta zorlandığım yerler oldu, daha sade bir dili olsaydı daha çok hoşlanabilirdim kitaptan.
Bundan sonra Feng Shui kitabımı okumak istiyorum biraz...
Resim: http://www.alcorngallery.com/John_Alcorn/JohnAlcorn_TheScarletLetter.jpeg
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...