29 Ekim 2018 Pazartesi
Öbürküler - Mahir Ünsal Eriş
Gelelim Öbürkülere, roman, kasım 2017’de Karakarga Yayınları’ndan çıkan bir roman. Karakarga, genel yayın yönetmenliğini M. K. Perker’in yaptığı
Destek Yayınları’nın alt kuruluşu olan bir yayınevi. Bu kitabın da illüstrasyonlarını M.K. Perker yapmış zaten. Romanımız 139 sayfa ve iki bölümden
olıuşuyor. İlk bölüm “bu yarısı”, ikinci bölüm “öbür yarısı”. Ben romanı Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani’sine
benzetmiştim ki, yazarın da ilk kısmı “Refik Halid Karay’ın kıymetli hatırasına” (ki ilk bölümde “memleketimden insan manzararları” tadında
bir anlatım var), ikinci bölümü de hissimi onaylarcasına (ki bu bölümde Gulyabani kısmı öne çıkıyor) “Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
kıymetki hatırasına” ithaf etmiş...
Romanımız Niğde’de Sümerbank’ta memur olan çalışan Fahrettin Bey’in, İstanbul’a tayinin çıkmasıyla ailecek zorlu bir
yolculuktan sonra şehre varışları ile başlıyor. Burada kendilerine Arnavutköy’de eşyalı bir ev tutulmuştur. Taşınırlar ancak bu evde hiç birinin
yüzü gülmez çünkü korkutucu olaylar daha ilk gece huzurlarını kaçırır...
Bu yazarla ilk tanışmam oldu. Yazarın güzel bir anlatımı var, olaylar 6-7 Eylül olayarının sonrasında gerçekleştiğinden 1955-56 yılları
olduğunu anlıyoruz. Yazar da o zamana uygun bir dil ve bolca da deyiş kullanıyor, yani anlatım dili oldukça zengin. İlk bölümü okurken bir korku hikayesi olduğunu sezdiğim
roman için biraz uzun ve açıkçası yer yer gereksiz bulmuştum ilk bölümü, ama ilk paragrafta da belirttiğim gibi, yazarın ithaflarını düşününce
bağımsız bir değerlendirme yapabildim, kısacası “güzel bir anlatım mı? evet”. Roman üç bölüm aslında, giriş, olayların görünen
yüzü ve sonunda da olayların iç yüzü. Yalnız haliyle son bölümde biraz tekrar oluyor, o kısım beni pek sarmadı. Yazarın diğer kitapları daha iddialı
olabailir diye düşünüyorum, keyifli okumalar :)
23 Ekim 2018 Salı
Kör Baykuş - Sadık Hidayet
Kitap zevkine güvendiğim sevgili arkadaşlarım Biblio ve Şule bloglarında yazınca haberim oldu bu kitaptan. İran Edebiyatının önemli isimlerinden olan,
aynı zamanda sıradışı yaşamı ve tabi maalesef intiharı ile dikkat çeken Sadık Hidayet’in bu romanını, bizim edebiyatımızın önemli ismi
Behçet Necatigil çevirince, beklenti de yüksek oluyor tabi.
Yapı Kredi Yayınları’ndan ilk baskısını 2001’de yapmış (Türkçe’deki ilk baskısı ise 1973 Varlık Yayınları), bugüne
kadar da 25 baskı yapmış. 2017’de ise resimli özel baskısı çıkmış. Bunu merak ettim doğrusu. Roman (uzun hikaye demek daha doğru olur belki) 79 sayfa, kitabın
sonunda yazarın yakın arkadaşlarından Bozorg Alevi’nin yazar ve romanı hakkında bir sonsözü yer alıyor. Kitabın başında da Behçet Necatigil’in
1978 Milliyet Sanat Dergisi’ne yazmış olduğu Sadık Hidayet üzerine bir yazı var.
Kitabın konusunu anlatmak pek de mümkün değil, rüya ve kabus arası bir olaylar silsilesi diyebilirim belki. Kahramanımız kalemliklerin üzerlerine resimler yapan
bir ressamdır. Sürekli olarak çizdiği resimde çayırda oturmuş yaşlı bir adamla, onun karşısında durmuş genç, güzel bir kadın vardır.
Bir gün kahramanımız mucizevi şekilde beliriveren bir mutfak penceresinden bu sahneyi gerçek olarak görür. O andan itibaren aşık olduğu kadın ona geldikten sonraysa
olaylar gelişir...
Kitabın son 10 sayfasını okuyamadım. Yazar gerçekten ürperici bir atmosfer ortaya çıkarmış, okuru gerçekten tedirgin ediyor. Kitabı okuyan
diğer arkadaşlarımın da belirttiği gibi karamsar bir ruh halindeyseniz kitabı okumanızı tavsiye etmem. Ama eşine kolay kolay rastlayabileceğiniz bir kitap değil. Son söz
kısmında yazarın arkadaşı Bozorg Alevi yazar ve Kör Baykuş romanı hakkında detaylı görüşlerini vermiş, bunlar da romanı bütünlüyor.
Özellikle yazarın Hayyam’ın eserindeki öğeleri kullanmış olması ilginç. Keyifli okumalar dilerim.
17 Ekim 2018 Çarşamba
Sebepsiz Mutluluk - Marci Shimoff
Merhaba, uzun bir yazıya hazır mısınız? Çayınızı kahvenizi alın, bu kitap beni o kadar etkiledi ki, yeni baskısı da olmadığından
sizin için kitabın önemli gördüğüm noktalarını aktarmak istedim:)
Geçenlerde size Ruth Baer’in Mutluluk Uygulamaları kitabından bahsetmiştim. İşte orada yazar bu kitaba da yer vermişti. Ben de tabi hemen almak
istedim Sebepsiz Mutluluk’u. Şu an satışı bulunmayan kitabı - ki bence sık sık yeni baskıları yapılması gereken bir kitap:)- Nadirkitap sitesinden buldum. Kuraldışı
Yayınları’ndan kasım 20008’de çıkan 329 sayfalık Sebepsiz Mutluluk, Işıl Aydın tarafından dilimize çevrilmiş. Bu arada kapak tasarımı da
çok hoşuma gitti, orta bölümdeki “siz mutlu” kısmı dikkatinizi çekti mi?:) Kapak tasarımı da Ebru Öner’e aitmiş.
Yazarımız Marci Shimoff motivasyon ve kişisel gelişim uzmanı, şirketlere danışmanlık yapmış meşhur bir konuşmacı, mutluluk
uzmanı ve aynı zamanda kendisi Tavuk Suyuna Çorba serilerinin kadın ayağını yürütmüş.
Kitabın alt başlığı “7 adımda içten gelen mutluluk.” Evet mutluluktan değil içten gelen mutluluktan bahsediyoruz burada. Yani
“gün batımında içeceğiniz bir fincan çay sizi mutlu edecektir” veya “mutlu olmak istiyorsanız günde en az 1 saat sanatsal bir faaliyetle ilgilenin” tarzı
şeyler yok bu kitapta. Çoğumuz hiçbir şey yapmadan oturduğumuzda hissettiğimiz şey genelde huzursuzluktur, çünkü zihnimizin bir kısmı geçmişin
verdiği sıkıntılarla veya geleceğe dair endişelerle doludur. Ama ne yaşıyor olursak olalım aslında içten gelen, doğal bir mutlulukla dolu olabiliriz. Evet şaşırtıcı
gerçekten ama bu mümkün!!
Bu kitabı okuyalı bir süre oldu ama onu hakkıyla anlatabilmek için uzunca bir zamana ihtiyacım var, ve o zamanı ancak şimdi bulabildim.
Kitap 3 bölümden oluşuyor. İlk bölüm “kalıcı mutluluk”, ikinci bölüm alt balıkta bahsedilen “7 adımda sebepsiz
mutluluğun” adımlarını anlatan “mutluluk evinizi inşa ederken” ve üçüncü bölüm de “sonsuza dek sebepsiz mutlu (hayat boyu sebepsiz mutluluk planı)”.Konuların
yanı sıra her bölümde yazarın bu kitabı yazmak için yürüttüğü araştırmaları sırasında görüştüğü sebepsiz
mutlu (yazar onlara ‘mutlu yüzler’ diyor) kişilerin ilham verici hikayeleri yer alıyor. Yazar bu kişileri özellikle çok zor şartlar altında yine de sebepsiz mutlu olanlar
arasından seçmiş.
Bana ilginç gelen bir bilgiyle başlamak istiyorum, her insanın sabit bir mutluluk noktası varmış, yani sizin mutluluk düzeyiniz mutluluk skalasının
herhangi bir noktasında olabilir, bunun yarısı genetikle yarısı da sizin yetişme tarzınız ve yaşam şeklinizle vs. belirleniyor. İşin ilginci şu, siz ne yaşarsanız
yaşayın, isterseniz milli piyangoodan büyük ikramiyeyi kazanın, en geç 1 sene sonra mutluluk düzeyiniz kendi sabit noktasına geri dönüyor. Bu da bize yaşadıklarımızın
mutluluğumuz üzerinde çok da büyük bir etkisi olmadığını gösteriyor, kim demiş hatıralmıyorum ama biri (:)) "yaşamımın %20’si (sayıdan
çok emin değilim ama:)) yaşadıklarımdan %80’i ise benim bunlara gösterdiğim tepkiden oluşuyor" demiş. (Başka bir yorum da şu ; Olay + Tepki =Sonuç )Ama güzel
olan şu ki biz güzel alışkanlıklar edinerek mutluluk için beynimizdeki sinirsel bağlantıları güçlendirerek sebepsiz mutlu olmayı başarabiliriz. Yani mutluluk
aslında bir alışkanlıktan ibaret.
Özellikle ilk bölümde yazar kendinden de örnek vererek çocukluğu ve gençliğinde mutsuz biriyken alışkanlıklarla sebepsiz mutluluğu
nasıl yakaladığını açıklamış.
Kitabın ana bölümü ise kendi mutluluk evimizi inşa etmek, yani 7 mutluluk alışkanlığı. Evimizin temeli, “mutluluğu sahiplenin.”
Bu bölümün başında Ralp Emerson’un müthiş sözü yer alıyor; “Bu hayattaki gölgelerin çoğu, kişinin kendi güneşinin önünde
durmasından oluşur.” Kısacası, mutluluğunuz sizin elinizde, erteleme yok, şartların uygun hale gelmesini beklemek yok; mutluluk, şimdi!! Ayrıca mutluluğumuz kendimize
bağlı olduğunu kabul etmek güven duygusunu ve mutluluğu da beraberinde getiriyor, biz asla kurban değişiz ve olamayız, herşeyi düzeltebiliriz. Yazar ayrıca konuyu (Secret
kitabını hatırlarsınız) çekim yasası ile de ilişkilendirmiş. Örneğin neye odaklanırsanız onu büyütür, hayatınıza onu çekersiniz.
Saf bir kaple niyet edin ve bırakın. Evren sizin arkanızda, seviliyor ve korunuyorsunuz. Mutluluk hırsızları ise yakınma, suçlama ve utanma. Size daralma hissi veren şeyler sizi
mutsuz eden şeylerdir, bunlardan uzaklaşın. Ayrıca içindeki dersi anlayamadığınız olumsuz olaylar, siz o dersi anlayana kadar -başka kılıklarda da olsa- yinelenecektir.
Evimizin dört temel direği ise, zihin, beden, ruh ve kalptir. İlk direğimiz zihin, zihin son derece güçlü bir araç, ama unutmamalıyız
ki düşündüğümüz herşey doğru değil, özellikle olumsuz düşüncelerimiz olduğunda bunu hatırlamalıyız. Huzursuzluğumuzun, korku ve
endişlerimizin temelinde amigdalamız var, eski çağlarda hayatta kalabilmek için herşeyi tehdit olarak algılamaya ihtiyacımız vardı belki ama artık buna gerek yok.
DNA’mız bile olumlu ve olumsuz duygularımızdan etkileniyor!!
Mutlu insanların zihinsel davranışları;
1. olumsuz düşüncelere karşı şüphecidirler (bu düşünceleri sorgularlar). Gelen bedensel ikazları sorgularlar ve gerektiğinde onları
aşarlar.
2. olumsuz düşüncelerle savaşmazlar (düşünceler gelir ve gider). Bunların genellikle olumsuzluk eğilimlerinin bir yan ürünü olduğunu
ve zihnin ötesine geçip bunlardan kurtulabileceklerini bilirler.
3. Olumlu düşüncelerinin kaydını daha derinlere işler ve olumlu deneyimlerinin tadını doya doya çıkarırlar.
Ayrıca kitapta Byron Katie’nin Olanı Sevmek kitabında yer alan yöntemden de bahsedilmiş.
Ve tabi özsaygı, (mutluluk uygulamarında da yer alan) özşevkatin öneminde değinmiş yazar.
İkinci temel direk kalp; bırakın sevgi sizi yönlendirsin. Kalp için mutluluk alışkanlıkları minettarlığa odaklanmak, bağışlamayı
öğrenmek ve etrafa sevgi yaymak. Bu bölümde ayrıca affetmenin iyileştirici gücünden bahsediliyor. (“Beden Asla Yalan Söylemez” kitabından bahsetmiştim size,
orada affetmenin -istismar eden anne ve babadan bahsediliyordu- iyileştirici olmadığından bahsediliyordu, ancak kanımca orada affetmesi beklenen içimizdeki çocuktur ve bir çocuktan
böyle bir davranış bekleyemezsiniz, birini affedebilmeniz için pişmanlığı görmeniz veya bu kişinin davranışının karşılığını
bulduğunu görmeniz gerekir, aksi durumda bu samimiyetle yapılan bir affetme olmaz, yine de öfke, içerleme ve kin duyguları kişi için büyük bir yüktür, bir şekilde
bu duygular deşarj edilmelidir.)
Üçüncü temel direk beden dir. Burada özellikle bedenin bilgeliğinden bahsediliyor. Beden mükemmel bir makine aslında, tüm yaşadıklarımızı
kaydediyor, bize yaşadıklarımızla ilgili çeşitli mesajlar gönderiyor ve en ilginci eğer ona gerçekten kulak verirseniz size kendiniz için iyi olanı seçmeniz
için yol gösteriyor. Ve tabi ki mutluluk için bedeninize iyi bakmalı, iyi uyumalı, iyi beslenmeli, yeterince su içmeli egzersiz yapmalı ve stresten uzak durmalısınız.
Dördüncü temel direk; ruh. Girişinde Albert Einstein’in şu sözü var, “yaşamanın iki yolu vardır; hiçbir şeyi mucize
değilmiş gibi yaşamak ve her şeyi mucizeymiş gibi yaşamak.”
Yazar, ruh ile temasa geçmek bizden daha büyük bir enerjiyle temasta hissetmektir, bu teması ne kadar derinden tecrübe edersek, hayatımız o kadar zengin
ve şen olur, diyor. Bizden daha yüce bir gücün varlığına inanmak, büyük bir huzur ve güven kaynağı. Bu güçle bağlantıda hissetmek mutluluğun
temel taşlarından biri. Yazar bunun için dua ve meditasyonu öneriyor. Ayrıca sürekli telaş içinde koşturup durmak bağlantıda hissetmemizin önünde bir engel.
Zaman zaman durup ruh ile bağlantıya geçebilmek önemli. İçsel sesinize kulak verebilmek de bu noktada önemli, iç sesinize çelişkide olduğunuz konuları da
danışabilirsiniz, yazmak, bir kitaba başvurmak (sorunuza odaklanıp herhangi bir kitaptan bir sayfa açın) ve işaretleri aramak bu yöntemlerden bazıları.
Mutluluk evimizin çatısı ise amaç doğrultusunda bir yaşam sürmek. William Barclay “bir insanın hayatında iki büyük gün
vardır; doğduğu gün ve neden doğduğunu keşfettiği gün,” demiş. Bu bölümde hayatımızın amacı, meslek vs. üzerinde durulmuş. Yapmayı
sevdiğiniz ve sizi mutlu eden şey büyük olasılıkla sizin hayatınızın amacıdır. İlhama göre davranmak da bu bölümde yer alıyor. Amacınızı
bulmak için ilhamı takip edin. Bunun için bir alıştırma verilmiş, sabahları yataktan kalkmadan önce derin bir kaç nefes alıp kendinize şu soruları sorun;
“Ruh bana ne yaptıracak? Ruh beni nereye götürecek? Ruh bana ne söyleyecek, bunu kime söyletecek?”
“Önemli olan çok düşünmek değil, çok sevmektir; o halde en fazla sevgi hissettiğiniz şeyi yapın.” Azize Theresa
Bu bölümde, bütüne katkıda bulunmanın da öneminden bahsedilmiş. Bununla ilgili Albert Schweitzer, “Nasıl bir kaderiniz olduğunu bilemem;
bildiğim tek şey, aranızda gerçekten mutlu olacakların, insanlara hizmet etmenin bir yolunu arayıp bulmuş olanlar olduğudur,” demiş. Ben de buna yürekten katılıyorum,
biz bir bütünün parçasıyız. Yapılan araştırmalar hedefleri güç ve zenginlik olan kişilerin boş ve mutsuz olduğunu göstermiş, kendisinden daha
büyük birşeye katkıda bulunmayı amaç edinmiş kişilerinse en mutlu olduğu görülmüş. Bunun içinse Rahibe Theresa olmak gerekmiyor, sizin için önemli
olan şeyi keşfedin ve her günkü sıradan eylemleriz birden insanlara ve dünyaya hizmet edebilir. Fark yaratma arzunuz büyük veya küçük eylemlerde ortaya çıkacaktır.
Örneğin çevreye duyarlılığınız varsa plastik torba yerine bez alışveriş çantası kullanmanız bir şeydir...
(Evet Sam Claflin..:)))
Son adım evimizin bahçesi, yedinci adımımız, besleyici ilişkiler kurmak. Zaten son derece açık ama sizi mutlu eden ilişkilerin peşinden
gidin, sizi mutsuz edenleri ise hayatınızdan çıkarın veya sınırlayın.
Son bölümüzde, hayat boyu sebepsiz mutlulukta, adımların özeti yer alıyor ve bunların sürekliliğini sağlayabilmek için kendinize
bu alışkanlıkları birlikte yürütebileceğiniz, takip edeceğiniz bir grup kurmak gibi öneriler yer alıyor.
Sonuç; ben bu kitaba bayıldım, benim için tam bir başucu kitabı. Belki çoğunu biliyoruz ama unutuyoruz veya uygulamıyoruz. Kitapta dikkatimi
çeken noktaları da defterime aktardım. Ayrıca son zamanlarda üst üste mutlulukla ilişkili kitaplar okumam, mutluluğa ve mutluluk alışkanlıklarına odaklanan sebepsiz
mutluluğu deneyimlememi sağladı !! Eskiden çoğunlukla birşey yapmadan oturduğumda endişe ve gerginlik hissederdim, şimdi şartlarımda hiç bir değişiklik
olmamasına rağmen sebepsiz bir huzur ve mutluluk hissettiğimi söyleyebilirim. Kitabı okumanızı öneririm, ama okuyamasanız bile bu yazımda sizin için önemli
yerleri aktarmaya çalıştım. Umarım sıkılmadan okumuşsunuzdur... Yeni yazılarda görüşmek dileğiyle..:)
11 Ekim 2018 Perşembe
Bin Öpücük - Tillie Cole
Yabancı Yayınları’ndan Aralık 2017’de çıkan kitabımız 334 sayfa. Çevirisini Merve Özcan yapmış. Yazar Tillie Cole genç bir
İngiliz yazar, bu genç yetişkin türünde yazığı ilk romanmış. Sanıyorum fantastik ve bilim kurguya yakın türde bir kaç roman yazmış öncesinden.
Ben öncelikle kitabın kapağına ve ismine çekildim. Bir de kitabın içinden kapağındaki gibi kalp bir kitap ayracı çıkıyor. Konumuza gelirsek;
8 yaşındaki Poppy ve onunla aynı yaştaki Norveç’li Rune komşudurlar. Kısa sürede birbirlerine bağlanırlar. Ancak 15 yaşına geldiklerinde Rune ve ailesi Norveç’e
geri dönmek zorunda kalırlar. Bir süre Rune ve Poppy ilişkilerini telefon ve skype ile sürdürmeye çalışırlar. Ama sonra Rune Poppy’e ulaşamamaya başlar, ilişkileri
bıçak gibi kesilmiştir. Runa çok acı çeker ve öfkelenir. 2 yıl sonra Amerika’ya geri döndüğünde Poppy ile yüzleşir...
İsmine ve kitabın pembeliğine rağmen oldukça hüzünlü bir hikaye. Açıkçası dram dışında pek bir şey bulamadım kitapta,
fena değildi diyebilirim, ruh eşi konusunu biraz abartmış ama..:) Kitabın sonunda yazarın kitap için eklediği bir de şarkı listesi bulunuyor. Keyifli okumalar dilerim...
4 Ekim 2018 Perşembe
Beden Asla Yalan Söylemez - Alice Miller
İlk olarak 2004 yılında basılmış olan kitap, 2018 temmuzda 10. baskısını yapmış. Okuyan Us Yayınları’ndan çıkmış,
arka kapak yazısı yayınevinin kurucusu Piskaytrist Cem Mumcu’ya ait. 210 sayfalık kitabın çevirisini Almanca aslından Cihan Dansuk yapmış.
Alice Miller ise felsefe, psikoloji ve sosyoloji eğitimi görmüş, ayrıca 20 yıl psikanaliz üzerine çalışmış. 1980’de kitap
yazmaya başlamış, 13 kitap yayınlayıp 2010’da 87 yaşında hayatını kaybetmiş.
Bu kitaptan anladıklarımı - başka kaynaklardan edindiğim bilgilerle beraber- harmanlayacak olursam; çocukların -özellikle 0-3 yaş arası-
egoları henüz gelişmemiş olduğu için yaşadıkları deneyimlere, anne ve babalarının davranışlarına karşı çok hassaslar (yazar burada “siz
kendinizin bir kaç katı bir devin öfkesine maruz kalsanız korkmaz mısınız?” diye açıklıyor), bu süreci hatırlamak da doğal olarak pek mümkün
olmadığından deneyimler bilinçaltına, bunlardan çıkardığımız kararlarla birlikte yerleşiyor, -büyük ölçüde hayal dünyasını
yıkmak istemeyen bilinçaltının kendini koruma güdüsüyle kısmen de “anne babanın her türlü dinde ve ahlaki temeldeki kutsallığı ve dokunulmazlığı”
inancıyla (yazar bunu Musa’nın 10 emrine göndermede bulunarak ‘Dördüncü Emir’ olarak ele alıyor). Anne babanın yol açtığı yıkıma rağmen
çocuk anne ve babasını sevmeye (aslında sevdiğine inanmaya) devam ediyor. halbuki anne ve babasına kırılmış, içerlemiş, onlar tarafından suistimal edilmiş
bir çocuğun gerçekten onları sevmesine imkan yok.
Tabi yaşadıklarını (zihin bunu hatırlamasa da) unutmayan beden, tehdit durumlarına hastalıklar da dahil olmak üzere tepki veriyor. Zaten hastalıklarımızın sebepleri de tamamen psikolojik, bedenin zihin tarafından anlaşılmayan durumlara tepkisi aslında. Örneğin ailesi tarafından suistimal edilmiş bir çocuk büyüdüğünde onları ziyaret ettiğinde alerjik kaşıntılar gösterebiliyor. Onları ziyaret etmeyi bıraktığında sıkıntıları geçiyor.
Musa'nın 10 Emri (www.thoughtco.com)
Tabi yaşadıklarını (zihin bunu hatırlamasa da) unutmayan beden, tehdit durumlarına hastalıklar da dahil olmak üzere tepki veriyor. Zaten hastalıklarımızın sebepleri de tamamen psikolojik, bedenin zihin tarafından anlaşılmayan durumlara tepkisi aslında. Örneğin ailesi tarafından suistimal edilmiş bir çocuk büyüdüğünde onları ziyaret ettiğinde alerjik kaşıntılar gösterebiliyor. Onları ziyaret etmeyi bıraktığında sıkıntıları geçiyor.
Musa'nın 10 Emri (www.thoughtco.com)
Yazar, terapistlerin büyük çoğunluğunun ‘dördüncü emre’ itaatsizliği göze alamadığı, hatta büyük
kısmının kendi aileleriyle olan sorunlarla yüzleşememiş olduklarından, kendilerine bu şikayetle gelen danışanlarını “ebeveynlerini affetmeye” teşvik
ettiği, affetmezlerse hissettikleri nefretin onları hasta edeceğini söylediklerini belirtiyor. Ancak sevgi gibi gerçekte olmayan bir affetme de tabi ki tedavi edici olmuyor. Çünkü
çocuğun kendisini suistimal eden bir ebeveyni affetmesi mümkün değil. Zaten beden mutlaka hislerle çelişkili davranışlara tepki verecektir. Bu durumda tek tedavi duygularla
yüzleşilmesi.
Aslında yazar anne ve babalara bayağı yüklenmiş, ama ben sebepten ziyade sonuçla ilgilenmeyi tercih ediyorum, bana göre (yerli veya yersiz) çocuk
bir duygu hissetmişse bu önemlidir, ve yüzleşilmeyen, kabul edilmeyen ve boşaltılmayan duygular (keşfedilebilmek için) içimize yerleşerek hastalıklara sebep olabilir
veya bilinçaltımızdan gelen çözümleme ihtiyacıyla geçmişimizde yaşadığımız örüntüyü (umutsuzca ilgisini beklediğimiz ilgisiz
bir anne veya baba yerine yetişkinliğimizde bu sefer kendimize ilgisiz bir partner seçmemiz gibi) tekrar tekrar önümüze çıkarabilir. Yetişkin zihnimiz çocukken yaşadıklarımızla
çeşitli şekillerde başa çıkmaya çalışabilir, hatırlamamak, anne babamıza hak vermek (“çok yaramaz bir çocuktum, benimle başa çıkmak
için yapabilecekleri başka bir şey yoktu”, “başlarında bir sürü dert vardı zaten” gibi), gerçeği çarpıtmak (“öyle bir şey
olmamıştı”) veya alaycılık, espriyle geçiştirmek bunlardan bazılarıdır. Ancak ortada bir duygu varsa, bunların hiç biri sonuç vermez, çünkü
kitabın kapağında da belirtildiği gibi “üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız.”
Kısacası çocukken hisettiğimiz olumsuz duygularla mutlaka yüzleşilmelidir. Amacımız anne veya babamızı üzmek değil, zaten başta
da dediğim gibi odağımız “anne veya babamızdan gördüğümüz zulüm” değil (bana göre), sadece duygularımızı boşaltmak, içimizdeki
çocuğun duygularına sahip çıkmak, o nedenle bence ebeveynlerimizle samimi bir şekilde çocukluğumuzdaki hislerimizden bahsetmek iyi bir yöntem olabilir. Zaten samimi bir iletişim
(ve hatta gerçek sevginin doğuşu da) ancak bundan sonra olabilecektir.
Arka kapakta da yazdığı “birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevmeyi seçemeyiz; sevmeme özgürlüğümüz
olmayan birini gerçekte(n) sevemyiz. Birine karşı hissettiğimiz duygu ‘ona karşı hissetmemiz gerekenler’ diye önceden tarif edilmişse, onunla meselemiz bitmeyecek, hatta
başlamayacaktır bile..... Kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu dışarıya akmayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçirir.”
“Oysa yapabileceğimiz yegane şey alamadığımız ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, korumayı ve koşulsuz
sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir. İnsan ancak kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde yetişkin, özgür ve mutlu olabilir.”
Yazar “uyumluluk” özelliğini de ele almış, bunun “öfkeli ebeveynin öfkesini tetikleyecek durumlardan kaçınmak için geliştirilmiş
bir özellik” olduğunu belirtmiş. Yazar tabi ki her durumda hislerin ve isteklerin farkında olunarak, ifade edilebilmesi gerektiğini belirtiyor.
Anne ve babanın zulmü her zaman fiziksel bir şekilde olmaz (ne var ki dünya nüfusunun %90’ı çocukken dayak yemiştir), zulüm, şefkatin
ve iletişimin eksikliği, çocuğun ihtiyaçlarının karşılanmaması, ruhsal acılarına kayıtsızlık, anlamsız ve sapıkça cezalandırma,
cinsel istismar, çocuğun koşulsuz sevgisinin sömürülmesi, duygusal şantaj, çocuğun benliğinin yerle bir edilmesi, sayısız farklı şekilde güç
uygulaması olarak tezagür edebilir. En kötüsü de şudur; çocuk, başka türlüsünü bilmediği için, bunun normal bir davranış olarak görmeyi
öğrenir. Her çocuk, ona ne yaparlarsa yapsınlar, annesini ve babasını koşulsuz olarak sever.
Bu kısım bana geçenlerde okuduğum (aslında eski bir haber ama, blogger arkadaşımız Ertuğrul Bey blogunda paylaşmıştı) bir haberi hatırlattı, üvey anne ve babasının neredeyse alenen onu öldürmeye
çalışmasına rağen küçük Ivan Skorobogatov ölmeden önce yazdığı notta anne ve babasını ne kadar çok sevdiğini yazmıştı...
“Daha önce suistimal edilmiş çocukların ebeveynlerine duydukları ‘sevgi’ sevgi değildir. Beklentilerle, yanılsamalarla ve inkarlarla
dolu bir bağlılıktır ve bütün bunların bedeli çok yüksektir. Bu bağlılığın bedeli,.... bir sonraki kuşak tarafından ödenir. Genç
anne ve babaların kendileri, sağlıklarına ciddi bir hasar vererek bu inkarlarının bedelini öderler çünkü ‘minnetleri’ bedenlerinde saklı olan bilgiyle çelişir.”
Son olarak kitabın içeriğinde bakacak olursak; ilk bölüm ‘söylemek ve gizlemek’te yazar çocukken istismara uğramış yazarların
hayatlarına (Kafka, Cehov, Virginia Woolf, Rimbaud, Mişima, Proust ve James Joyce) göz atıyor. İkinci bölüm genel olarak bahsettiğim, kitabın belkemiği, üçüncü
bölümde güçlü bir bedensel tepki olan Anoreksiya üzerinde durulmuş ve hatta örnek bir hastanın günlüğü verilmiş. Son bölümde de özet yapmış
yazar.
Kitabı gerçekten çok beğendim, kitaptaki görüşlere katılmasanız bile zihin çalıştırıcı olduğu kesin.
Ayrıca yazar fikirlerini yer yer biraz sert ifade etmiş bile olsa bu fikirlerin güçlü temelleri olduğu su götürmez. Hele ki yazarın 20 yıl psikanaliz üzerine çalışıp
şimdi kısmen bunlarla çelişen (geleneksel terapistlerin Freudyen bir bakış açısıyla çocukluk acılarını öedipal veya elektral komplekslere bağlamalarına
karşın) görüşleri savunabilmesi, belki de psikoloji ve sosyolojinin yanısıra felsefe eğitimi almış olması... Kısacası, mutlaka tavsiye ederim...
Resim 5: http://info.speechtails.com/blog/bid/161744/Toddler-Books-for-Big-Emotional-Milestones
Resim 4: http://geniustoburn.blogspot.com/2013/12/if-youd-entered-nanowrimo-youd-have.html
Resim 1: http://totallyhistory.com/wp-content/uploads/2014/01/Alice-Miller1.jpg
Resim 3:mujerpandora.com
Resim 2: catracalivre.com.br
Resim 5: http://info.speechtails.com/blog/bid/161744/Toddler-Books-for-Big-Emotional-Milestones
Resim 4: http://geniustoburn.blogspot.com/2013/12/if-youd-entered-nanowrimo-youd-have.html
Resim 1: http://totallyhistory.com/wp-content/uploads/2014/01/Alice-Miller1.jpg
Resim 3:mujerpandora.com
Resim 2: catracalivre.com.br
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)