26 Haziran 2016 Pazar

Hatıraların Masumiyeti - Orhan Pamuk

Yapı Kredi Yayınları'ndan Mart 2016'da çıkmış kitabımız. Yazar, 2008 yılında yayınlanmış olan Masumiyet Müzesi isimli kitabından hareketle 2012 yılında aynı isimli bir müze kurmuştu. Yine aynı yıl müzede sergilenen parçalarla ilgili bilgiler içeren Şeylerin Masumiyeti yayınlanmıştı ki bu kitabı bir müze kataloğu olarak değerlendirmek mümkün. Hatıraların Masumiyet ise yönetmen Grant Gee'nin Orhan Pamuk'un kitabını okuduktan sonra kendisine ulaşarak müzeyi konu alan bir belgesel çekmeyi teklif etmesi üzerine çekilen (ve hatta film festivallerinde gösterilen) Innocence of Memories (Hatıraların Masumiyeti) isimli film üzerine bir kitap (yani kitap üzerine müze üzerine film üzerine bir kitap:))) 110 sayfalık kitap "anlatı" türü olarak etiketlenmiş. Dört bölümden oluşuyor. İlk bölüm kısaca filmin ortaya çıkışını anlatıyor, önsöz de denebilir. İkinci bölüm film metninden oluşuyor. Bu arada filmin romanın uyarlaması olduğu akla gelmesin, film bir belgesel ama müzenin belgeseli de değil. Müzenin nasıl yapıldığına dair çok ilginç bir belgesel izlemiştim ama dediğim gibi Hatıraların Masumiyeti kurguda yer alan müzenin (yani "kurgu" müzenin) bir belgeseli, dolayısıyla belgeseli de kurguya katmak mümkün, bilmem anlatabildim mi?:)) Gerçi ben filmi izlemedim ama bu kitaptan edindiğim izlenime göre deneysel yani ağır basan bir film. Yönetmen "Sans Soleil" isimli deneysel bir filmden etkilenmiş olduğunu söylüyor. Orhan Pamuk ise başlarda eserinin iyi değerlendirilemeyeceği endişesini taşıdığını itiraf ediyor. Evet, film kitaptaki olaylardan 12 yıl sonra Füsun'un arkadaşı Ayla'nın Almanya'dan İstanbul'a dönüşü ve hem arkadaşının yaşadıklarından hem de şehrin inanılmaz değişiminden etkilenmesine yer veriyor başta. Bu arada filmde Orhan Pamuk'un yazar arkadaşı Emre Ayvaz'la yaptığı 3 saatlik röportaj da filmde değişik bir teknikle kısmen verilmiş. İşte ikinci bölüm hem Ayla'nın anlatıları hem de Orhan Pamuk röportajından (hatta yönetmenin Türkan Şoray ve Ara Güler'le yaptığı röportajlardan da) kesitler içeren film metninden oluşuyor. Üçüncü bölüm Orhan Pamuk'un müze ve roman hakkında uzun yazısından oluşuyor. Son bölüm ise filmin yönetmeni Grant Gee ve Orhan Pamuk röportajından oluşuyor. Orhan Pamuk'u sevdiğim için her yazısını özellikle çok sevdiğim romanı Masumiyet Müzesi üzerine yazılarını okumak benim hoşuma gitti. Dolayısıyla benim gibi meraklılarına tavsiye ediyorum, keyifli okumalar:)

21 Haziran 2016 Salı

Muska - Sadık Yemni

Daha önce Sadık Yemni'nin Öte Yer isimli kitabını okumuştum. Kitapla tanışmam bir sahaf gezisi sırasında tesadüfen olmuştu. Ama mağersem Öte Yer İzmir üçlemesinin üçüncü kitabıymış. Serinin ilk kitabı Muska, ikincisi Yatır ve üçüncüsü de Öte Yer. Öte Yer'i daha önce şurada yazmıştım. O yazımda yazardan kısaca bahsetmiştim, yazarın çocukluk ve gençliği 24 yaşına kadar İzmir'de geçmiş, ondan sonra Amsterdam'a gitmiş ve halen orada yaşamakta kendisi. Çok üretken bir yazar, korku, gerilim, bilim-kurgu ve polisiye tarzında yazıyor. Yazarın tarzını çok sevdim, hayal gücü oldukça geniş olmakla birlikte hikayenin aile ve arkadaşlık ilişkilerinin, çocukluk yaşamının sıcaklığını yansıtması benim özellikle yazarı sevmeme sebep oldu. Yazar aslen kitabı 1995 yılında yazmış (44 yaşındayken), benim okuduğum versiyonu da 1995 Metis Yayınları baskısı. Kitap 310 sayfa. Yazarın bu üçleme dışındaki tarzını da merak ediyorum, nedense birden en sevdiğim yazarlar arasına giriverdi Sadık Yemni:) Kitap isimleri de ilgi çekici, mesela Alsancak Börekçisi, Zamanın Tozları, Kayıp Kedi, Zihin İşgalcileri, Sınav Hortlağı...

Gelelim Muska'ya, kitap -tam olarak hatırlayamıyorum ama- 1960'lar İzmir'inde geçiyor, kahramanımız Sarp 12 yaşında. Anne, babası ve kardeşi tatilde olduğundan anneannesi Cemile ile kalıyor. Anneannesi gibi onun da bazı özel yetenekleri ve çok gelişmiş bir sezgi gücü var. Son yıllarda mahallede garip olaylar olmakta, beklenmedik şekilde ölen iki kadın, itibarlı bir adamken sokak serserisi olan Halil -yeni adıyla Mecnun- ve yine ölüm döşeğindeki bir başka kadın... Bunlar Cemile ve onun gibi sezgisi güçlü Ayzıt ile Seher'i düşündürüyor ve bir büyüden şüpheleniyorlar. Ölmek üzere olan Necla'yı kurtarmak üzere harekete geçmeleri ise kötü güçleri kızdırıyor. Kadınların başarılı olabilmeleri için ise küçük Sarp'ın yardımına ihtiyaçları var.

En başta da dediğim gibi bu romanı çok sevdim, o zamanları hiç yaşamamış olsam da garip bir nostalji duygusu ile okudum. Okumanızı tavsiye edeceğim bir roman Muska. Keyifli okumalar...

16 Haziran 2016 Perşembe

School Days

TNK Stüdyo tarafından 2007 yılında hazırlanan seri 12 bölüm ve 1 Ova’dan oluşuyor. Okul, romantizm türünde, hatta buna “harem” türü deniliyor, çünkü tek erkek kahramanımız Itou Makoto ve etrafında bir sürü kız var. Konuya geçmeden önce genel olarak serinin çizimlerini pek beğenmediğimi, müziklerin ise vasat olduğunu söyleyebilirim. Konumuz başlangıçta üç kişi etrafında geçiyor, Itou her gün aynı trene bindiği okula yeni transfer olan Kotonoha’dan hoşlanmaktadır, ancak tanışmaları pek olası değildir çünkü Kotonoha başka bir sınıftadır. Itou’nun sıra arkadaşı sempatik kızımız Sekai tesadüfen Itou’nun telefonunda Kotonoha’nın resmini görünce, ondan hoşlandığını anlar ve onları tanıştırır. Kotonoha’da Itou’dan hoşlanmaktadır ve Sekai sayesinde çıkmaya başlarlar. Ancak Kotonoha biraz çekingendir ve aralarında ufak tefek iletişim sorunları olur, Sekai hep ara bulucu rolündedir. Sekai önceleri Itou’ya kız arkadaşına nasıl davranması gerektiği konusunda dersler verir ancak sonra bu derslerin rengi değişir ve ikili kendilerini yoğun bir ilişkinin içinde bulur. Itou bir an önce Kotonoha ile konuşup ondan ayrılmalıdır ama bunu bir türlü yapamaz ve işler gittikçe karmaşıklaşır. Şu ana kadar sonu ile beni bu kadar şaşırtabilen başka bir anime olmadı sanırım, bu nedenle vasat ilerleyen seri benim için “kült” mertebesine erişti diyebilirim :) ) İmdb puanı 6,7 seriye geçer not verip keyifli seyirler diliyorum:))

8 Haziran 2016 Çarşamba

Rüya Sakinleri – Iris Murdoch

Iris Murdoch adını çok duyduğum ama daha henüz okuma fırsatı bulduğum bir yazar. Kitap tavsiyesini yine, çok sevdiğim blogger arkadaşım Biblio'dan almıştım:) Orijinal ismi Bruno’s Dream (Bruno’nun Rüyası) olan kitap 1999’da Ayrıntı Yayınları’ndan çıkmış, 281 sayfa. Yazar ise romanını 1970 yılında yazmış. Kısaca Iris Murdoch’un hayatına bakacak olursak 1919’da İrlanda’da doğmuş. Romancı olmasının yanı sıra da felsefeci, felsefe konusunda da bir çok kitabı var, hatta Oxford Üniversitesi’nde felsefe dersleri vermiş. Yapıtları karmaşık ilişkiler üzerine kurulmalarından dolayı Dostoyevski’ninkilerle karşılaştırılıyormuş. 1999 yılında hayatını kaybeden yazarla ilgili olarak 2001 yapımı Iris filmi yapılmış. Bu acıklı film özellikle yazarın Alzheimer hastalığıyla olan mücadelesi üzerine. İnsan böyle romanlar yazmış, felsefe hocalığı yapmış bir kadının böyle bir rahatsızlığa yakalanmasına inanmak istemiyor gerçekten…

Gelelim Rüya Sakinleri’ne. Kahramanımız Bruno 80’li yaşlarının sonunda bir adamdır, kuşaklar boyunca devam ettirilen matba işini damadı Danby’e devretmiş, kızı ve eşinin ölümlerinden sonra da damadıyla yaşamaktadır, tabi hizmetçi Adelaide ve onun kuzeni erkek hemşire Nigel ile birlikte. Her şey Bruno’nun az vakti kaldığını hissederek 20 yıldır görüşmediği oğlu Miles’ı görmek istemesiyle başlar. Hizmetçi Adelaide ile gizli bir ilişki sürdüren Danby, Miles’la görüşmek üzere evine gittiğinde o evde olmadığı için karısı Diana ile konuşur ve ondan etkilenir. Bu durum karışık bir zincirleme reaksiyona sebep olur.

Kitap aslında basit bir konuyu işliyormuş gibi gözükse de son derece ilginç, sürükleyici ve edebi açıdan son derece doyurucu. Yazar özellikle yaşlılık, kişinin kendisi ve başkaları açısından nasıl farklı algılandığı, aşk, baba – oğul ilişkisi konuları üzerinde durmuş. Yazarın duyguları anlatışı, davranışlara yön verişi çok güzel, bunda yazarın felsefeci kimliğinin katkısı da büyük , beni çok etkiledi, bütün kitaplarını okumak istiyorum… Siz yazarı okumuş muydunuz, tavsiye edeceğiniz kitabı var mı? Keyifli okumalar dilerim.

Resim: http://i.telegraph.co.uk/multimedia/archive/01569/iris_1569037c.jpg

1 Haziran 2016 Çarşamba

Saka Kuşu - Donna Tartt

Donna Tartt'ın okuduğum ikinci kitabı Saka Kuşu, ilki Gizli Tarih'ti, şurada bahsetmiştim. Donna Tartt hakkında o yazımda kısaca verdiğim bilgiyi buraya da aktarıyorum.

"1963 doğumlu Donna Tartt Mississipi Üniversitesi'ne gitmiş, orada kısa hikaye yazma kursuna devam ettiği Barry Hannah tarafından “gerçek bir deha” olarak tanımlanmış, ertesi sene Bennington College'e transfer olup burada Bret Easton Ellis gibi şimdinin meşhur yazarlarıyla birlikte klasikler üzerine eğitim almış. Bu kitabıyla çok sayıda hayran kazanmış, okurları yıllarca onun ikinci kitabını beklemiş ve 2002 yılında tam 10 yıl sonra yazar ikinci kitabı olan “My Little Friend” yayınlamış, yine bir 11 yıl sonra üçüncü kitabı olan “The Goldfinch” gelmiş."


Tartt çok enteresan bir yazar, ilk romanıyla bu inanılmaz derecede ilgi toplayıp bir sürü hayran yapmış, Saka Kuşu da hayranlarının uzun süredir beklediği bir kitaptı. Romanın 2014 Pulitzer Ödülü aldığını da ekleyeyim. Pegasus Yayınları'ndan Mart 2016'da çıkmış, 863 sayfa ve tam 724 gram!! Dolayısıyla ben kitabı evde okudum:)

Öncelikle kitabın kapağına bayıldım, sade ama etkileyici, orijinal basımın kapağı kullanılmış. Tabi her şeyden önce meşhur Saka Kuşu'ndan bahsedilmeli. Ressamı Carel Fabritius 1600'lerin başında yaşamış, oldukça genç yaşta, 32 yaşında hayatını kaybetmiş olmasına rağmen çok başarılı eserler ortaya çıkartmış. Goldfinch hayatının son yılında yaptığı eserlerden birisi. Önce marangozluk yapmış, hatta soyadı da buradan geliyor, babası da ressamış. 20'li yaşlarında Amsterdam'da Rembrandt'ın öğrencisi olmuş. Delft'teki barut fabrikasında çıkan ve şehri yerle bir eden yangında ölmüş, yangında stüdyosundaki eserlerin çoğu da yanmış, sadece bir düzeni eseri kurtulmuş. Wikipedia'dan aktardığım bu bilgiler arasında, onun Rembrandt'ın öğrencileri arasında tek kendi stilini geliştireni olduğu da yazıyor. Ayrıca ünlü ressamlardan Vermeer'in de onun öğrencisi olduğu sanılıyor. Saka Kuşu, Fabritius'un boya yüklü fırçayı ustalıkla kullanmış olduğu bir eser olarak önem taşıyor. Ayrıca romanda da sık sık bahsedildiği gibi oldukça küçük boyutlu olmasına rağmen son derece etkileyici bir tabloymuş.

Fabritius'un "Saka Kuşu"

Gelelim romanımıza, Theodore Decker babası onları terk ettikten sonra annesiyle New York'taki küçük dairelerinde yaşayan 13 yaşında bir çocuktur. Annesi bir dergide reklamlarla ilgili sanatsal bir işte çalışmaktadır, ama sanata çok düşkündür. Bir gün Theo'nun okulundan aldığı bir ceza ile ilgili görüşmek için çağrılır. Anne oğul okula giderlerken şiddetli bir yağmur bastırır ve zaten bu muhteşem müzeyi gezmeye çok fırsat bulamadığından özellikle annenin isteği ile resim müzesine girerler. Sergide annenin hayran olduğu Saka Kuşu tablosu da vardır. Bu arada sergi salonunda onlarla birlikte gezen yaşlı bir adam ve yanındaki kızıl saçlı kız Theo'nun dikkatini çeker. Anne çıkmadan son defa sevdiği bir tabloyu görmek için başka bir salona geçer. O sırada büyük bir patlama olur. Theo, ne olduğunu anlayamadan kendisini bir harabenin içinde bulur. Sergi salonunda gördüğü yaşlı adam hemen yanındadır, Saka Kuşu da ayaklarının dibinde. Bir şekilde tabloyu alıp çantasına atar. Bir de yaşlı adam son nefesinde ona parmağındaki yüzüğü verir ve nereye gitmesi gerektiğini anlatır. Annesini kaybeden Theo artık yapayalnızdır, işte bu durumda Saka Kuşu ve bir de o yüzük onun bütün hayatına yön verecektir...

O kadar çok geçiyor ki kitapta, bir Chippendale işi mobilya koymazsam olmaz...:))

Size kitabı çok anlatmışım gibi gelmesin, bunlar kitabın ilk bölümünde olup biten şeyler. 13 yaşındaki Theo'nun orta yaşına kadar bütün hayatı anlatılıyor kitapta. Oldukça acıklı olan ilk kısımlar bana Charles Dickens'ın David Copperfield'ını hatırlattı, sonra yokluktan gelip prensesvari bir kızla yaşadığı aşk da yine Charles Dickens'ın Büyük Umutlar'ını hatırlattı:)) Benzetmelerim pek de yanlış değilmiş ki şimdi internette arattığımda "Donna Tartt yeni Charles Dickens mı?" başlıklı yazılar gördüm:) Bu arada kitap çokça beğenilirken bir grup eleştirmen de kitabın bu kadar beğeniyi çok da hak etmediği kanısında. Vanity Fair'deki bir makalenin başlığı "It's Tartt - but is it art?" şeklinde:)) Yazarın teması bana göre sanatın insanın hayatını aydınlatmaya yeteceği gibi bir şey, bunu sevdim.

Donna Tartt (2014 - Daily Mail'den)

Benim yorumuma gelirsek; kitaba notum 6,5'tan 7:) Uzun roman okumayı seviyorum, hele kitap beni sarmışsa kalabildiğim kadar kalmak isterim o roman evreninde, amaa... bu roman daha kısa olabilirdi bence. Theo annesinin üstüne titrediği, kibar, iyi yetişmiş bir çocuk, ancak üst üste bir çok travma yaşıyor ve -spoiler sayılır mı bilmiyorum?:)- uyuşturucu problemi yaşıyor, özellikle arkadaşı Boris nedeniyle kötü şeyler oluyor. Doğrusu Theo'nun bu kadar kolay yoldan çıkmasını beklemiyordum. Daha sonra hayatı bir şekilde rayına oturan Theo bir türlü yaşadıklarını atlatamıyor, hep sorunlu bir insan olarak kalıyor. Bunu da beklemiyordum açıkçası. Son olarak Boris'in ikinci kere Theo'nun karşısına çıktığı bölümler beni sıktı, özellikle Amsterdam'da geçen bölümlerse çok sıktı. Romanın sonunu çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Ama herhalde böyle olması gerekiyordu, özellikle gerçekçilik anlamında ama gerçekçi olmasaydı da olurdu, bir hayalet hikayesiyle bitse mesela, bilmiyorum...:) "Mutlaka okumalısınız" diyemeyeceğim ama yine de değişik ve güzel bir kitap. Hikmet Hükümenoğlu'nun Sabit fikir'de yazdığı romanla ilgili yazısı işte burada. Keyifli okumalar:)

resim 3:https://georgianregencyinteriors.files.wordpress.com/2012/01/ed_ch_chipblfrchest_l.jpg
resim 4:http://i.dailymail.co.uk/i/pix/2014/06/05/article-2649205-004DC31200000258-492_306x423.jpg




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...